Bir kaç bölümden oluşan bunca uzun analizlerin sonunda en başa dönecek ve ilk soruyu yeniden soracak olursam; Türkiye' yi bundan böyle kim, daha açık ifadeyle hangi bürokratik kadrolar yönetecek?
Emniyet kızağa çekilen, bazıları bir biçimde meslek dışına atılan 2002 öncesi kadrolarına dönüp, cemaate yakın isimleri pasifize mi edecek? İnlerine girip 'meydan muharebeleri' sonunda yok mu edecek?
Yargıdaki benzer kadrolaşma tasfiye mi edilecek? Tasfiye sonunda gidenlerin yerini kimler ve hangi görüştekiler alacak?
Ergenekon' da müebbet hapis alıp sonradan Meclisten geçirilen kimi yasal düzenlemelerle serbest kalan kimi ideologa bakacak olursak, her şeyi unutup Erdoğan' lı AK Parti ile omuz omuza "Fethullahçı" cemaate karşı ortak mücadeleye hazırlar.
Ancak ittifakların dağılması ve yeni ittifakların oluşup safların sil baştan belirlenmesi durmadan sorduğum sorunun cevabını vermeye yetmiyor...
Devlete hiç hakim olmadığı kadar hakim olduğunu sanan Erdoğan köşke çıkarken, partiyi şu söylediğim bürokrasi eksenli alternatif koalisyon ortaklarından hangisine daha yakın duran hangi kadrolara emanet edecek.
İktidarı başbakandan çok artık kendi direktiflerinin dışına çıkmayan bir genel sekreter üzerinden yürütmeyi, sürdürmeyi başarabilecek mi?
Bu plan Türkiye' yi başkanlık sistemine mi taşıyacak?
Daha önceki örneklerde (Özal ve Demirel' in Çankaya' da yaşadıkları, beklentileri ve hayal kırıklıklarını burada anımsatmaya gerek yok) görüldüğü gibi Köşkün içine hapis mi olacak? 
Yoksa kendisinin tanımladığı gibi "terleyen bir Cumhurbaşkanımız" mı olacak?
Hepsinden önemlisi şu an kendisini tartışılmaz tek aday olarak Çankaya' ya mahkûm gibi lanse eden Erdoğan son dakika yine kendi ifadesiyle herkesi "ters köşeye" yatırıp, 'Gül ile devam' mı diyecek?
17 Aralıkta iyice su yüzüne çıkan tabloyla bir kez daha gördük ki, Türkiye bırakın parlamenter demokrasiyi, başkanlık veya yarı başkanlığı 91 yıldır adı koyulmamış, kişiyle kaim ve kişiye göre durmadan değişen sistemsizlikten bir sistem yaratmaya çalışan bir ülke...
Mustafa Kemal zamanında Ankara' da bir merkezde belirlenen isimlerin trajikomik seçimlerle bir avuç elitin onayından geçmesiyle oluşan Meclis mi demokratik ti veya o Meclis yasama yetkisiyle Türkiye' yi yönetti sanıyorsunuz?
Onun ölümünden sonra yerine geçen İnönü' yü milli şef ve ezeli, ebedi değişmez başkan ilan eden Halk Partisi döneminde Valilerin parti il başkanlığını üstlenmesi mi demokratik ti?
Bugün siyasi Cumhurbaşkanı istemiyoruz diyenlerin tarafsızlık örneği diye vereceği kaç isim var?
Demokrat Parti sembollü bastonuyla Anadolu' yu dolaşan Celal Bayar' mı, cuntanın getirip oturttuğu Cemal Gürsel mi tarafsızdı?
Emekli askerlerin nöbet yerine dönen ve her darbenin, muhtıranın etkisini iliklerinde hisseden Çankaya köşküne çıkanları burada saymanın yararı var mı?
Cevdet Sunay emekli GK başkanıydı, Fahri Korutürk emekli deniz kuvvetleri komutanı...
Darbeyle gelen Evren' in ömür boyu yöneteceğim diye kurduğu düzeni, o güne kadar farklı versiyonlarla sürdürülen geleneksel çizgiyi Özal kırmak istedi ama girdiği mücadeleyi hayatıyla ödediğini unutmak mümkün mü?
Soruları uzatmak mümkün, Çankaya adayları netleşince belki yeniden ele alırız güç mücadelesinin yeni versiyonunu...
Ama şu dört bölümlük yazı dizisinin en başından beri yanıtını bulmaya çalıştığım soruya dönecek olursak;
Türkiye' yi bundan böyle kim yönetecek? 
Max Weber' in modern diye nitelendirdiği devleti tanımlarken kullandığı kalıplarla sorayım: "şiddet tekelini elinde bulunduran aygıtın" o şiddet tekeli ve diğer silahları, sopaları kimin elinde olacak?
Ergenekon'dan hükümlü pek çok ismin "paralel yapıyla girişeceğin mücadelede yanında yer alırız" ortaklık önerisine Erdoğan' lı AK Parti nasıl bakacak?
Daha da önemlisi AK Parti Erdoğan' ı, Erdoğan AK Partiyi ve her ikisini Türkiye nereye ve ne zamana kadar, hangi ortam ve koşulda (ahval ve şeraitte) taşıyacak?
Yargı, yürütme, yasamanın birbiriyle halvet olma serüveni nasıl sonuçlanacak?
Ve en hayati soruya dönecek olursak; devlet mekanizmasına hâkim olanlar, insanların fikri, zikrinden azade biçimde sistemin tüm kurum ve kurallarıyla işlemesine daha çağdaş, gelişmiş seviyeye ulaşmasına ne ölçüde izin verecek?
Bunca can alıcı soru ortada ve biz bunlara cevap vermek şöyle dursun aramak yerine seçildiği günün ertesinde nasıl bir Türkiye bulacağız konusuna bile fazlaca takılmadan köşke kim çıkar tartışmaları içinde birbirimizle boğuşup duruyoruz.
Oysa yanıtlamamız gereken o kadar çok soru, o sorulardan da önce çözmemiz gereken onca sorun var ki...
Seçim kanunu ve darbecilerden miras baraj ne olacak?
Parlamentoyu oluşturan isimleri iki turlu ve dar bölge yöntemiyle biz mi seçeceğiz yoksa 91 yıldır olduğu gibi Ankara' da dar bir kadro bu belirleyecek?
Siyasi partilerin oluşumunu, denetimini dernekler tüzüğüyle idare etmeyi mi sürdüreceğiz, gelişmiş ülkelerden ilham alıp siyaseti kayıt altına almayı başaracak mıyız? Siyasetin finansmanını düzenlemek ne zaman akıllara gelecek?
Yoksa bütün bunları bir yana bırakıp "böyle gelmiş böyle gider" anlayışıyla Erdoğan veya bir benzerinin oturduğu Çankaya' dan ülkeyi 'muassır medeniyet' çizgisine taşıma şarkıları söylemeye devam mı edeceğiz?
Bakarsınız hizmet hareketiyle girdiği "iktidarı muktedir yapma" koalisyonundan vazgeçen anlayış, bu kez tam karşı cephede duran ulusalcılarla kol kola girer ve evrensel okyanus yerine kendi sığ sularında yüzmeye kalkar...
Öylesine çok kurulup, bozulan ittifaklarla dolu tarihe sahip ki bu topraklar, hiç bir ortaklık ve can ciğer birlikteliklerin sonradan birbirini boğazlaması, kan davaları şaşırtmaz beni...
Umarım o suların tehlikesinin farkındadır Erdoğan' lı AK Parti...
Stockholm Sendromunu kimseye hatırlatmama gerek yok ve Atasözü olarak kulaklarımıza küpe niyetine takıldığı için unutmak ne mümkün? Ama yine de hatırlatayım; 
"kendi düşene pek ağlanmaz bu topraklarda."