Özal' ın aradığı kadrolar; devletin vesayetini daha az hisseden dünyayla rekabet edecek bir ekonomi anlayışı ve bu anlayışa ayak uyduracak, geçmişin korkularından, dogmalarından kurtulmuş insanlardan meydan geliyordu.
O değişim ve dönüşüme inanıyordu. Yakın çevresi içinde geçmişte nice kavgaya tutuşmuş farklı cephelerden gelenler de Özal' ın beklentileri doğrultusunda dört eğilimin şemsiyesi altında kol kola girdiler. Dönemin iç ve dış konjonktürü de sürece uygundu. Türkiye artık sınırları içine kapanan, niteliksiz her türlü ürünü halkına kakalayan sanayicilikle bir yere varılmayacağını, üstelik bu tür bir modelin her seferinde ortaya koyduğu döviz darboğazıyla ekonomik krizlerden darbelere uzanan siyasi krizlere sürüklenmekten yorgun düşmüştü. Daha da önemlisi ABD' de Reagan, İngiltere' de Thatcher liderliğindeki hükümetlerinin neoliberal politikaları yükselen yeni akım olarak dünyayı şekillendirmeye başlamıştı. Özal bu süreci doğru okuyan vizyona sahipti ve darbecilerin başta ciddiye almadıkları, demokrasi tuluatına çeşni olsun diye siyaset sahnesine girmesine izin verdikleri adam 1983' te iktidara yetecek oyu aldığında genişçe kesim şaşkındı. (Oysa şaşacak bir şey de yoktu. Dünyada başlayan yeni dalgaya en uygun isim ve darbecilere sadık, statükodan beslenen diğer partilere karşın adı duyulmamış insanlarla dolu kadrosuyla halka umut vaat eden tek liderdi Özal)
Bu nedenle elbette sağ yanı çok daha kalabalık bir vitrin oluşturdu Özal. Sahneye çıkardığı isimlerden oluşan ekip ve bu nedenle de geçmişin dava arkadaşları "davadan döneni vurun" buyruklarını kulak ardı edip, tepeden aşağı devletin her kademesine yerleştiler. (Halil Şıvgın, Yaşar Okuyan, Mustafa Taşar, Melih Gökçek, Alpaslan Pehlivanlı, Veysel Atasoy ve elbette MHP davasından 4 yıl hapis yattıktan sonra tahliye olup ANAP' ta hemen Bakanlık görevine getirilen bir zamanların ülkücü teorisyeni olarak anılan Namık Kemal Zeybek ilk aklıma gelenler. Tüm bu isimler ülkücü tabandan gelme siyasetçilerdi, neredeyse tamamı Bakanlık ve benzer çok önemli görevlerde bulundular üstelik gerçek iktidar anlamına gelen bürokrasinin ANAP dönemi yapılanmasında çok önemli roller üstlendiler)
Özal dönemini, o dönemde özellikle iç güvenlik alanının hangi kadrolarla yönetilmeye çalışıldığını merak edene anlatacak yeterince kaynak var, o nedenle burada detaylarıyla anlatacak değilim. Askeri vesayeti geriletme konusunda darbenin etkisinden henüz çıkmamış ülke şartlarının elini kolunu bağlaması nedeniyle hareket alanı bulamayan Özal yakın çevresindeki ekibin düşüncesine yakın kadroların devletin her kademesine yerleşmesine, hızla ilerlemesine de fazla tepki göstermedi. Elbette şu soru akıllara gelebilir ve çok yerinde bir sorudur:
"Gösterse de kimlerle ortaklığa girebilirdi ki?"
Fazla alternatifi olmadığına inandığım sorunun bugün bile somut bir cevabı yok. 
**
Özal' dan 90’lı yıllara…
'Aslan sosyal demokratları' temsilen SHP, koalisyon ortağı olarak koalisyon ortağı da olsa, iktidarın ucundan tutarken özellikle emniyet kadrolarına fazla dokunmadı. Hem 70’li yıllardaki sol mayalı Pol-Der’lerin yerinde yeller esiyordu, hem de devlet ihaleleri kapmak, devlet kadrolarında dirsek çürütmekten daha cazipti. SHP ve ardından mirasını heybesine koyup yola devam eden CHP çileli sol siyaset yapma yerine müteahhit partisi olmayı tercih etti. (1989’ da iktidara talip olduğunda Kürt oyları için çözüme dönük raporlar yazdıran SHP-CHP çizgisi iktidar ortağı olunca çığ gibi büyüyen faili meçhulleri sorgulama yerine göz yuman noktaya savruldu. Örneğin Sivas’ta yakılanların hesabını sorma sözü verip, iktidarın tüm mekanizmaları elindeyken bu tehlikeli sular yerine İSKİ skandalıyla ortaya çıkan yolsuzluk bataklığında boğulmak gibi)
Emniyet teşkilatı ağırlıklı olarak gittikçe kıdemli hale gelen ülkücü kökenlilerin kök saldığı konumunu sürdürüyordu ve Ülkücülerin bir kısmı "devlet için kurşun atma şerefine” nail olurken, aynı ülkücülerin bir bölümü de devlet adına onları yakalamakla yükümlü koltuklarda oturuyordu.
Evren, Özal, Demirel/İnönü, Mesut Yılmaz veya Tansu Çiller iktidarın tepesinde oturan isimler hep değişti, değişmeyen tek şey ülkücü görüşün tüm bürokrasiye ama özellikle de Güvenlik alanındaki tartışılmaz gücüydü.
Tek istisna yargı alanıydı. Yargı Cumhuriyetin kuruluşundan başlayarak Kemalistlerin kimseyi yaklaştırmadığı, her darbe ardından da güçlerini daha tahkim ettikleri alandı. Tablo bir iki küçük deneme dışında pek değişmedi. (SHP/CHP koalisyon dönemindeki Seyfi Oktay-Mehmet Moğultay girişimlerinde de ilke aynıydı. Açılan yeni kadrolara yerleştirilenler Kemalist kadrolara katılarak Kemalizmin katı laikçi çizgisini öne çıkarma yolunu tercih ettiler ve o gün savundukları görüşlerinden bugün de vazgeçtiklerini sanmıyorum.)
Oysa SHP bırakın sosyal demokrasiyi, iyi kötü vesayeti geriletip demokratik bir sistemin en azından temel taşı sayılacak bazı düzenlemelere ön ayak olsa, statükoya teslim olmak koşuluyla iktidarın ucundan tutup nimetlerinden yararlanma küçük hesaplarına düşmese Türkiye 1993' le başlayan kanlı dönemi, 40 bin insanına mal olan netameli kayıp yılları yaşamayabilirdi.
İleriye bakan SHP' den, ulusalcılığa savrulan CHP' ye geçiş, en yoğun faili meçhuller, seçilmiş Kürt parlamenterlerin ceza evlerine tıkılması, Sivas olayları ve yüzlerce örnek o günlerin akıllarda kalan kilometre taşları ve tümünün altında iktidar ortağı 'aslan sosyal demokratların' izi var.
Ve elbette SHP' den geriye kıyısından, köşesinden yakaladıkları iktidar sayesinde attıkları demokratik adımlardan çok yolsuzlukların ortaya saçıldığı İSKİ skandalı kalacaktı tarihe not düşme adına.
SHP/CHP' nin iktidar macerası kendi adlarına kötü bitti ama başta yargı olmak üzere yerleşme şansı buldukları kimi alanlar sayesinde bir daha öylesine bir iktidar şansı yakalamasalar da muktedir olmanın ne anlama geldiğini herkese gösterdiler. (2010 referandumuna kadar HSYK ve Yargıtay yapılanmaları hep o 90' lı yılların başındaki kadrolaşmayı ve iktidardan gidilse de muktedir olmayı/kalmayı anlatan ibretlik örneklerdir)
Derken 2001 ekonomik krizi ve halkın mevcut tüm sistem partilerini oyun alanı dışına atması anlamına gelen Kasım 2002 seçimleri…
Halk bir dönem önce 1999’da parlamento dışında bıraktığı CHP dışındaki tüm siyasi hareketleri sandığa gömüp milli görüş geleneğinden gelen ve yanında yetiştikleri Erbakan hocaya bayrak açarak çiçeği burnunda bir yıllık emekleme dönemini bile tamamlamamış AK Partiyi iktidara taşıdı.
Seçim sistemini yani oyunun kurallarını kendileri belirlememişti ama şans ta onlardan yanaydı. Diğer partilerin baraj altı kalmasıyla %35 oy alan AK Parti Mecliste %65’lik sandalyeyle 90’ lı yılların zayıf koalisyon dönemlerine inat tek başına ve çok güçlü bir iktidar adayıydı artık.
Sorun iktidara gelenlerin bürokrasi ama özellikle de güvenlik-yargı alanını işgal eden kadrolarla imtihanıydı.(askeri bürokrasinin devletin gerçek sahibi, son karar vericisi ve şaşmaz katı laikçi Kemalist tutumu itibariyle yargının temel anlayışına yakın rejimin hem bekçisi hem sahibi olduğu gerçeğini not edip bu konuyu şimdilik geçelim) 
Kısaca AK Parti iktidara gelmişti ama iktidar olmanın muktedir olma anlamına gelmediğini 90 yıllar çok acı biçimde kafalara vura vura gösteren örneklerle doluydu.
Soru şuydu: AK Parti, iktidarı pekiştirip muktedir olmaya çalışacaksa bunu hangi kadrolarla yapacaktı?
Bürokrasi ile imtihan anlamına gelen ve bundan önce bir biçimde paylaşılan iktidarda bundan sonra paylaşımın nasıl yapılacağı sorusu en önemli ama en belirsiz konu olarak orta yerde duruyordu.
O tercihin nasıl bir farklı koalisyona yol açtığını, o koalisyonu oluşturan güçlerin beslendiği kaynağı, bürokrasinin yeniden tanzim ve tahkim edilme süreçleriyle devam edeceğim…