Başlığa bakıp ta, iktidarların meşreplerine uygun yargı oluşturma çabalarını, muktedirlerin kendileri gibi düşünmeyenleri cezalandıracak sistem arayışlarını ele alacağım sanılmasın.
Özellikle günümüz Türkiye’ sinde yaşıyorsanız, mutlaka tartışılması gereken ve haktan çok haksızlığa yol açan bir adalet sistemine sahip olduğumuz su götürmez bir gerçek ama ben bu netameli konulara girecek değilim.
Her çağın hukukunu yaratması derken çok daha büyük bir pencereden bakmaya çalışacağım dünyaya.
Sanayi çağı ile birlikte yıldızı yükselmeye başlayan ve o dönem icatlarının çoğuna özellikle de buhar gücünün bulunmasıyla daha fazla emekçiye ihtiyaç duymaya başlayan Londra bu nimetlerin faturasını akın eden milyonlarca insana ev sahipliği yaparak ödemeye çalışıyordu.
1801’ de  1 milyon olan kent nüfusu,  1861’ de 3,1 milyona çıktı ve 50-60 yıllık zaman diliminde üç katına çıkan bu kesif nüfus altından kalkılmaz sorunları da beraberinde getirdi.
İçme suyundan mesken azlığına, güvenlikten her yanı saran kömür dumanına…
Kirlilik demişken kanalizasyon kavramının henüz lügatlere girmediği londra’ da, kentin dört yanındaki çukurlar yetmez hale gelince dışkısını yol kenarlarına yapanlar ve o dışkıların yağmur sularıyla aktığı Themes nehri…
Nehir o hale geldi ki, 1858’ de sudan çok dışkıyla doldu yatağı ve bir sabah tutuşup yanmaya başladı.
İşte o felaket sonrası Londra dünyanın o güne kadar tanık olmadığı büyüklüğe ve akıl almaz bir atık toplama ağına kavuştu. Bugün de Londra o kanalizasyon sistemi sayesinde temiz ve sağlıklı bir metropol olarak ayakta duruyor.
Çoğu insan haklı olarak hukuk ile dışkının ne ilgisi var diye düşünebilir…
Ama kazın ayağı öyle değil. Sanayi çağının getirdiği nimetle yarattığı külfet arasında çok ciddi bir soru gelip o dönem Londra’ sının gündeminin merkezine oturdu. En ciddi çevrelerde bile insan ve hayvanların dışkısının kime ait olduğu meselesi tartışılıyordu. Dışkı deyip geçmeyin; tarım alanlarının gübresi buradan karşılanıyordu ve sadece tarımda değil deri sanayinde de hayli para eden bir meta idi dışkı…
Görüşüne başvurulan hukukçular üçe ayrılmıştı: Kimisine göre def-i hacet ürünü çıkarana aitti, bir başka grup ise nereye yapıldıysa ya da döküldüyse o alanın sahibinin olduğunu savunuyordu. Üçüncü bir görüş ise kamu malıdır diyordu.
Sonuç? Zaman içinde bambaşka yerlere evirildi dünya. Bugün o tartışmaları yapmaya kalkanları tımarhaneye kapatırlar diye düşünenler çıkabilir ama çocukluğumun Antep’inden kalma, bir yere ulaşmak için koşturanlara söylenen “tabakhaneye b.. mu yetiştiriyorsun?” tabirini unutmamak lazım.
Neden mi?
Daha düne kadar deri işlenen tabakhanelerde iyi deri yapılmasını sağlayan en önemli madde dışkı ve özellikle de köpek dışkısıydı da ondan…
Suriye’ den milyonlarca mültecinin hayata tutunmaya çalıştığı Türkiye’ de bugün çöplüklerden kağıt başta olmak üzere atık toplama ciddi bir geçim kapısı ve 1850-60 Londra’ sının dışkı tartışmasının farklı versiyonu o çöplüklerdeki kağıtlar üzerinden yaşanıyor. Toplanan atıkların kime ait olduğu ve daha da önemlisi o atıkları toplayanların hırsızlık suçunu işleyip işlemediği…
Gülmeyin, çünkü ceza kanunumuz, hırsızlığı “‘zilyedinin rızası olmadan başkasına ait taşınır bir malı, kendisine veya başkasına bir yarar sağlamak maksadıyla bulunduğu yerden alma işi” olarak tanımlamakta. Yorumu zorlarsanız rahatlıkla bu tanımdan yola çıkıp çöpe attığınız diğer eşyalar gibi rızanız olmadan orada bulduğu kağıt, karton, plastiği alanları hırsızlıkla itham etmek mümkün.
Son günlerde atıklar üzerinden başlayan tartışmaları da, çöpün mülkiyetini de konuya aklı erenlere bırakıp gelelim önümüzdeki günlerde çok daha sık duyacağımız kimi yeni çağa özgü hukuki sorunlara:
Geçtiğimiz günlerde yabancı bir dergide okuduğum makale “hukuk 4. Sanayi devrimine yetişemiyor” başlığını taşıyordu.
Neler mi tartışılıyor bizden çok daha farklı gündemlere sahip dünyanın başka köşelerinde?
Örneğin şu soru:
“Günün birinde nesneler sadece veri üretmekle kaymayıp, kendiliklerinden karar verip ona göre hareket etmeye başlarsa, ne olacak? Örneğin; tam otomatik otomobil ya da kendini yöneten robot kaza yaparsa, uğranılan zarardan veya cana yönelik olaydan kim sorumlu olacak?” 
Otomatik sürüş sırasında arabada oturan mı, otomobil veya robotun sahibi mi yoksa yazılımı o araca hazırlayıp yükleyen şirket mi?
Dünyada hatırı sayılır korsan ürün koleksiyonuna ve merdiven altı her türlü markanın sahtesini üretmekte mahir toprakların çocukları olarak henüz fikri mülkiyet hakkının bile ciddi hukuki alt yapısını oluşturmanın, sindirmenin sancısı içindeyken çok mu uçuk geldi size bu tür tartışmalar?
Bana kalırsa ciddiye alın.
Ciddiye alın çünkü 21 sene önce ilk konuşmayı yaptığımız cep telefonları ve henüz 10 yılını ile doldurmamış akıllı telefonların hayatımızdaki yerini, günlük yaşantımızdaki vazgeçilmezliğini düşündüğümüzde akıl almaz gibi gelen hızın aslında nasıl bir emekleme dönemini yansıttığını ve ayağa kalkacak insanlığın nereye varabileceğinin ipuçlarını taşıdığını idrak etmek zor değil…
Ne diyordu Nazım: “Uuuuuuuy! Çocuklar kim bilir/ ne harikulâdedir/ 160 kilometre giderken öpüşmesi...”
O mısraların kâğıda döküldüğü günlerden ses hızını aşan dünyaya 20 yılda ulaştı insanlık. Işık hızını da aşacak; başka evrenlerle, o evrenlerin yaşayanlarıyla da tanışacağız günün birinde…
Yeter ki, aç gözlülüğümüzle yaşadığımız dünyayı cehenneme çevirip, kendi kendimizi yok etmezsek…
Mersin, 24.2.2016
[email protected]