Cemaatle Erdoğan arasında gemilerin geri dönülemez biçimde yakılmasının kayıkçı kavgasından öte bir aşamaya sıçramasıyla cevabı daha hayati önem kazanan ve belli ki, ülkede yaşayan büyük çoğunluğun kaderini doğrudan etkileyecek bir soru bu.
Türkiye'yi kimlerin yöneteceği konusu bu nedenle, nasıl bir geleceğin sorusuyla da birebir bağlantılı olduğu için daha bir önemli…
Kimler yönetecek derken seçimle iş başına gelen ve bundan sonra da sandıktan çıkacak sonuca göre 
belirlenmesi muhtemel bugün veya yarın ki iktidar sahiplerinden söz etmiyorum.
Sorunun o kısmının yanıtı üç aşağı beş yukarı belli...
Ama asıl üzerinde durmamız gereken daha derinlerde yattığını bildiğimiz, yüz yıldır bitmeyen bir 
kavganın yeni versiyonu nedeniyle de son dönemde ortaya çıkan kavgayla gündeme oturan iktidarı
muktedir yapan gücün kimler eliyle kullanılacağı...
Daha açık anlatayım: İktidara sahip olanlar yürütme işini bürokrasi eliyle hayata geçirirler. Hatta bu çoğu zaman adı koyulmamış bir koalisyona kadar varır.
Yıllarca ülke yönetmeyi sınırlı ama daha çok ekonomik kimi kararlarla (bazen hortumlamalara varan 
adımlarla), günlük suya sabuna dokunmayan uygulamalardan ibaret sanan, yakıcı konuları bırakın 
hayata geçirmeyi iş anlatmaya geldiğinde işaret dilini deneyen bir alandan ibaret sandı siyaset sahnesinde arz-ı endam eden aktörler.
Bu konuda hafızalara kazınmış o kadar çok örnek var ki...
Diyelim ki, siz seçimi kazanıp iktidar oldunuz, iyi de Milli Eğitim, Emniyet, Tarım veya Sağlık Müdürlüğüne partinizin il, ilçe yöneticilerinden birini atayamayacağınıza göre tercihinizi başka alanlardan yapmak zorundasınız. 
Mevcut kadrolar içinden kendinize yakın bulduğunuz veya partinizin etkili, yetkili kimi isimlerince önerilen, kefil olunan, ricada bulunulan birini görevlendirebilirsiniz. (Bürokrat ta sistemi siyasetçiden daha iyi bildiği için seçim sonuçları belli olur olmaz, durumdan vazife çıkarır, bıyıklarından başlayarak hemen araziye uyar, Türkiye gibi sistem yerine adam kayırmanın öne çıktığı ülke bürokratları oldukça yeteneklidir bu alanda)
Bakmayın 12 yıldır Türkiye' yi yönettiği için eski yöntemlerin neredeyse hafızalardan silindiğine. 
Örneğin 70' li veya daha yakın olması nedeniyle canlılığını koruyan özellikle 90'ların zayıf koalisyonlu yıllarında tanık olduklarımız ve o yıllardaki sürekli değişen iktidar dönemleri; aynı zamanda nice bürokratın cepheler arasında cirit atma öyküleri, efsaneleriyle doludur...
Bürokrat partilerin iktidara yürüyüşlerini iyi izler ve daha siyasetçi görev almak üzere Çankaya' ya çıkmadan önce nasıl tavır alacağını, hangi cepheden kopup nereye koşacağını, hangi cümlelere konuşmaya başlayacağını, hatta nasıl giyinip kuşanacağını, sakalından bıyığına nasıl bir yüzle yola çıkacağını bile çok iyi bilir.
70' li yıllardaki Ecevit-Demirel ile simgelenen iktidar dönemlerinde gerek bürokrat gerekse de ona işi düşen çoğu insan için "hayırlı sabahlar" yerine "ak günler" sözcüğü her kapıyı açacak sihirli şifre kadar geçerli anahtardır.
Peki, bürokratik kadrolar nasıl oluşur?
Sorunun günümüzdeki hizmet hareketi olarak adlandırılan cemaat ile AK Parti arasında patlayan kavgayla da yakından ilgisi var. O nedenle konuyu geçmişten günümüze sadece siyasal değil sosyal yanlarıyla da ele almak gerekiyor.
Türkiye 70' li yıllarda sola karşı ortaya çıkan (veya kimi güç merkezlerince oluşturulan) milliyetçi akımla birlikte "kutsal devlete sadık" genelde orta ve alt gelir düzeyindeki ailelerin büyük kentlere okumak üzere kopup gelen genç kesimle tanıştı.
O gençlerin bir kısmı komando kamplarında iç düşmanlara! karşı eğitilirken daha büyük bölümü okudu, bir yerleri bitirdi, onları var eden "kutsal devlet" te itiraf etmek gerekirse kendisine sadık tebaanın bu "vatana canını fedaya hazır" gençlerini unutmadı, ağır ağır devletin âli kapısından girip, merdivenleri hayli hızlı tırmandılar.
O gençler zamanla "devletin bekasının" en önemli alanlarını, çeşitli kademelerini doldurdu, göze girenler merdivenleri hızla tırmanırken altta onlarla aynı görüşü paylaşan eski ülküdaşlarını da unutmadı. (Mehmet Ağar' ın bürokrasi basamaklarını hangi hızla çıktığı ve ulaştığı yerden sonra atladığı siyasi kulvardaki performansı bu konuda ders olarak okutulacak örneklerle doludur, kaldı ki Ağar tek örnek te değildir)
80 darbesiyle iş başına gelen darbeciler, toplumda "bir sağdan, bir soldan" algısı için kimi sağ
görüşlüleri de solcularla aynı hücrelere koyarken, geride kalan ve devletle iş birliğine, hizmete hazır ve radikal yanları törpülenmiş pek çok ülkücü kökenli ismin devlet kademelerine yerleştirilmesi projesini de başarıyla hayata geçirdi. (Ülkücü hareketin ideologlarından ve Alpaslan Türkeş’le yargılanan önde gelen isimlerden Agah Oktay Güner’ in yargılama sırasında Mahkeme heyetin
söylediği; “biz zindandayız, fikrimiz iktidarda” cümlesi tam da bunu anlatıyordu aslında)
Evren diktası ardından iktidara gelen Özal’ da bürokrasiye fazla dokunamadı. Nasılsa dört eğilimi birleştirmeyi amaçlamıştı, o dört eğilim içinde varsın ülkücü kökenliler fazla yer tutsun, günlük gaile ve gelecek kaygısı zamanla onları da merkeze yaklaştıracaktı nasılsa. 
Öyle de oldu, 70'lerin nice ülkücüsü ANAP döneminde hem bürokraside hem siyasetin tüm kademelerinde hayli önemli yerlere geldiler.
Bunda Özal' ın herkesi geçmişinden çok o günüyle değerlendirmeyi yeğleyen pragmatik görüşlerinin de rolü vardı ve geçmişte ister sağ ister solda yer alsın çevresindeki tüm insanlara bakışını hiç değiştirmedi. 
Özal ve yakın çevresindeki ülkücü kökenlilerin kadrolaşmasından DYP-SHP koalisyonuna ve SHP'nin 
soldan çok bir an önce zenginleşme derdine düşen mütteahit partisine dönüştüğü yılları anlatarak 
sürdüreceğim konuyu...
Bir sonraki yazıyla devam edelim...