Çözüm süreci bu kez öyle veya böyle sabote edilmezse "yüz yıllık" yalnızlığımız, acımız, kader bellediğimiz en derin sorunumuz yavaş yavaş ta olsa ortadan kalkacak.

Dile getirmenin bile faili meçhullerle insanları ölüme götüren, o nedenle de "meçhul ve mezkur mesele" diye mahcup ifade etmeye çalıştığımız bir konuyu özgürce tartışıyor, her kesimden insan ve örgütler görüşlerini korkusuzca dile getiriyorlar.

Pek alıştığımız bir şey değil bu...
O nedenle eski algılarla hareket eden pek çok kurum halen eski tepkilerle hareket ediyor ama onlar da değişecek, iklim yumuşadıkça.

İklimin yumuşamasında âkil insanlara çok önemli rol düşüyor.

Blair adına İRA ile barış sürecini yüklenen en önemli isim Jonathan Powell, örgütle İngiltere' nin sürdürdüğü görüşmeleri anlatırken "bambu çubuğu" olgusundan söz eder.

Bambu çubuğu, süreç her türlü sabotajla provoke edildiğinde de taraflar arasında açık tutulması gereken bir kanaldır. Bu kanal müzakere bir yana konuşmanın ihanet olarak kabul edildiği en karanlık günlerde bile açık tutulması gereken iletişim hattıdır.

İngiltere ve örgüt 25 yıl boyunca o bambu çubuğunu açık tuttu. İki ucunda birilerinin var olduğu ve varlıklarını konuşmasalar da, nefes alıp verirken karşılarındakilere hissettirdikleri bir araçtı bambu çubuğu...
Türkiye bugün âkil adamlarla o en çok ihtiyaç duyduğumuz tüm toplum kesimlerinin ikna edilmesi aşamasını sağlıklı biçimde götürmeye çalışıyor.

Eksiklikler, aksaklıklar vardır ve hep olacaktır, ama uygulanmaya çalışılan yöntem sağlıklıdır ve eleştirme yerine geliştirilmesi gereken oldukça yararlı bir modeldir.

Geliştirilmesi derken gördüğüm eksikleri dile getirmek gerektiğine inanıyorum.

Örgütün eylemsizlik kararı, silah bırakması, dağdan ovaya inmesi, hatta siyasette rol almaya başlaması dahi, Kürt sorununun kalıcı çözüme ulaşmasında sadece geçiş aşamalarını yansıtır ama kalıcı çözüm ancak ortaya çıkacak ve halkın kabul edeceği bir demokratik anayasa ile mümkün olabilir.

Yola çıkmanın olmazsa olmaz koşulu nasıl çatışmanın son bulmasıysa, hedefe varmanın da vazgeçilmez son aşaması her bireyi eşit vatandaş kabul eden, özgürlükleri güvence altına alan, insan haklarına saygılı, örneğin ana dilde eğitimi de mümkün kılan bir temel sözleşmenin hayata geçmesidir.

Burada âkil insanları gittikleri her yörede yardımcı olacak, onlara ışık tutacak yerel anlamda kanaat önderlerine ulaştıracak yerel oluşumlara ihtiyaç var.

Yukarıda söz ettiğim ve bambu çubuğu örneğiyle anlatmaya çalıştığım diyalog kanalını "yerel âkil adamlar" olarak ta tanımlamak mümkün.
Ekopolitik grubu olarak adlandırılan ve Türkiye'de henüz Kürt sorununun konuşulmasının bile zor olduğu günlerde diyalog kanallarını açmaya çalışan oluşumla Mersin' de bir araya geldiğimiz ve ortaya koyduğumuz birliktelik bu konuda tüm Türkiye' ye çok iyi bir model olabilir.
Ekopolitik grubunun çekirdek ekibinde "geçmişte örgütün dağ kadrosunda yer alan isimle, ona karşı operasyon düzenleyen üst düzey güvenlik mensubu" aynı masa etrafında oturarak birbirini anlamaya çalıştı.

Ülkücü ile solcu, alevi ile sünni, her kesimden pek çok isim tüm ön yargılarını dışarıda bırakıp aynı çatı altında bir araya geldi.
Bugün de aynı havayı soluyan, gelecekleri, sorunları, sevinçleri, kaygıları ortak insanlar da bir araya gelmeli âkil insanların açacağı kanal üzerinden, barışa giden yolu mayınlardan temizlemenin de ötesinde ve barışı taçlandıracak yeni anayasayla ilgili yerel önerilerin, hazırlığın ve halk oylaması sırasında en yüksek destekle kabulüyle ilgili tüm süreçlerde yer almalı.

Örneği yine Mersin' den vereceğim. (Mersin dediğime bakmayın. Herkes Mersin yerine dilediği kentin adını verip benzer yüzlerce örnek çıkarabilir)

Bugün Kürt sorunu çözülse de, Mersin olarak Ankara' nın çözmek bir yana, aksine yumak haline getirdiği, içinden çıkılması gittikçe imkânsız pek çok sorunla karşı karşıyayız.

Dört yılda bir parti liderlerinin getirip dayattığı isimleri seçmekten ibaret temsili demokrasinin yerine kaderimizi etkileyen her önemli kararda ağırlığımızı koyacağımız, son kararı halkın vermesi gereken katılımcı demokrasi aşamasına geçmek gerekiyor.

Kürt sorununun çözümüyle başlayacak yeni süreç bu nedenle çok daha önemli ve anlamlı...

Türkiye başlayacak yeni dönemde âdemi merkeziyetçiliğin öne çıktığı, her şeyin Ankara yerine yerelde tartışılıp belirlendiği bir aşamaya geçmeli.

Atanmışların, seçilmişleri dövmeyeceği, her ilin, kentin kendisine özgü yapısına uygun yönetim tarzıyla; eğitimden sağlığa, spordan tarıma, her alanda bizi bürokrasinin kafasına göre dizayn etmesi yerine, kendimizin kaderimize el koymasının önünü açmalıyız.

Çok basit bir kaç örnek ne dediğimi yeterince özetleyecektir.
Nükleer santral yatırımına eğer Mersin kahir bir ekseriyetle hayır diyorsa, o tesisi getirip kalbimize hançer gibi saplamaya kimin ne hakkı var?

Demokraside tersi de söz konusu olabilir. Mersin' in çoğunluğu böylesi bir tesisin yararına inanıyorsa o zaman karşı çıkanlara hukuki mücadele dışında söyleyecek fazla söz kalmamalı.

Birleşmiş Milletler Orman Forumunda; "Ecdadımızdan miras olarak aldığımız ve çocuklarımıza emanet ettiğimiz dünyayı bu denli hızla tüketmeye devam edersek bizlere bile nefes alacak atmosfer kalmayacaktır. Çok bilinen bir Kızılderili atasözüyle örnek vermek istiyorum: 'Bütün ağaçlar kesildiğinde, bütün sular kirlendiğinde, hava solunamaz hâle geldiğinde, işte o zaman paranın yenilebilir bir şey olmadığını anlayacaksınız" diyerek hepimizin duygularına tercüman olan devrimci bir Başbakanımız var. Ama aynı Başbakan'ın başında olduğu hükümet ve bürokrasi güzelim Yeşilovacık ile çevresindeki sahil kesimini sadece nükleer santralle değil, ondan bin beter kirlilik yaratan kömür santralleriyle yok edecek ruhsatları veriyor, çevreyi katledecek çimento fabrikalarını teşvik ediyor, kısaca çocuklarımıza emanet bırakacağımız bir şey bırakmama adına tam hız koşuyoruz yok oluşa doğru...

-Mutlaka gerekliyse- Çimento fabrikalarını ve termik santralleri nispeten geri kalmış yörelere yönlendirerek, yok olması halinde bir daha asla geriye gelmeyecek olan, her metresi doğa zengini turizm cenneti olmaya aday sahillerimizi kimin katletmeye hakkı var?

O hepimizin yürekten katıldığı Kızılderili atasözünü hatırlatan çevreci lider Erdoğan ile kaybettiğimiz takdirde asla geri getiremeyeceğimiz sahillerimize termik santraller, çimento fabrikalarına göz yuman bürokrasinin en tepesindeki karar verici Başbakan Erdoğan arasındaki derin uçurumu kapatacak, gerektiğinde uyaracak, kafa karışıklığını giderecek mekanizmalara ihtiyacımız var.

 Bunu sağlamanın tek yolu var: Yeni anayasa sürecinde geleceğimizi ilgilendiren ve atıldığında telafisi imkânsız kimi konularda halkın görüşüne yerel referandumlarla başvurmanın önünü açmak...

 "Sokak köpeklerinin bakımı" konusunu halk oylamasına götüren İsviçre olmadığımızın farkındayım. O nedenle her konuda görüşümüze başvurulmasını elbette beklemiyorum. Ama hayatımızı nasıl yaşayacağımıza, kent içinde neyin nerede yer alacağını belirleyen çevre planını bile bize sormadan Ankara'da hazırlayıp, dayatan anlayışa dur deme zamanı geldi, geçiyor...

Kürt sorununu çözme iradesini ortaya koyan, yüzyıllık yalnızlığa son verme cesaretini gösterenlerin, yerel dinamizmi görmemesi, sesimize kulak vermemesi mümkün mü?

Hadi onlar duymuyor veya bürokrasi halen bildiğini okumakta ısrarlı...

Peki, biz haykırmak, kaderimize el koymak için ne bekliyoruz?