Türkiye’de Ankara ve İstanbul dışında ziyaret ettiği kentlerle ilgili bir istatistik tutulmuş mudur, bilmiyorum ama Mustafa Kemal’in Mersin’e özel bir önem verdiği ve kurtuluş savaşından önce askerlik döneminden başlayarak ebedi şef sıfatıyla anıldığı ve yaşama gözlerini kapadığı Kasım 1938’e kadar Mersin’i sıkça ziyaret ettiği, ayrı önem verdiği yadsınamaz gerçek…
Ama bu gezilerin bir kısmı hafızalara kazınsa da bazılarının pek bilinmediği bir başka gerçek…
Örneğin 17 Mart 1923 gezisi bilinir ve günümüze kadar Atatürk’ün Mersin’e geliş günü olarak kutlanır da, nedense 1917’ de görevlendirildiği Suriye cephesine trenle giderken Yenice’de kimi Mersinlinin kendisini karşılamasıyla sınırlı kalan ziyareti pek bilinmez.…
Tıpkı 5 Kasım 1918’ de yine İmparatorluğun görevli subayı olarak Mersin’e gelişi, son zamanlarda yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kalmasına rağmen mülk sahibi Karamancı’ ların kendilerine restorasyon ricasında bulunanları yıllardır geri çevirdikleri konakta 23.tümen komutanı aslen Bursalı olan Albay Bahattin beyin misafiri olarak geceyi geçirdiği gezinin nedense göz ardı edilmesi gibi…
(Konak Katolik kilisesi karşısındaki kaldırımda ilk eski harap bina olarak ölmeyi beklemekte ve hiç kimse rahatlıkla kurtarılıp Mersin’e kazandırılacak bu tarihi bina için kılını kıpırdatmamaktadır ama o trajik olay başka bir yazı konusudur)
Oysa uzunca dönem yalı konumundaki Karamancılar konağının deniz tarafındaki odalarından birinde konakladığı o gezi, 17 Mart 1923 gezisi kadar önemlidir.
Önemlidir çünkü 30 Ekim 1918’ de imzalanan Mondros mütarekesinden hemen sonra 7. Ordu komutanlığından Adana’ daki Yıldırım orduları grup komutanlığı görevine atanması ardından ve sadece 5 gün sonra Mersin’ e gelmiş ve konakladığı Karamancılar Konağına çağırdığı Jandarma komutanı Talât beyden bölgedeki karakollar ve teçhizat hakkında bilgi almıştır.
Zaten o gizli ziyaretten yalnızca 6 hafta sonra 19 Aralık 1918 günü Fransızlar Mersin’e çıkmışlardır.
**
Cumhuriyetin kuruluşuna yakın 17 Mart 1923 tarihli ziyaretinde o ünlü “Mersinliler Mersin’e sahip çıkınız” sözleriyle anımsanan, kentin yerliden çok yabancıların ekonomik üstünlüğünün sırıtması ve bundan duyduğu rahatsızlığı sıkça dile getirdiği gezi…
12 Mart tarihinde trenle Ankara’dan hareket eden Mustafa Kemal 15-16 Mart günlerini Adana’da geçirdikten sonra 17 Mart öğle üzeri özel hazırlanmış kompartımanı taşıyan tren saat 11.30 civarında Mersin garına yanaşır. (Gar binası sanılanın aksine bugünkü bina değildir. Onun doğusunda bugün yerinde yeller esen binadır)
Her tarafı aksiliklerle dolu o Mersin gezisinden memnuniyetsizliği nedeniyle mi bilinmez kısa keser geziyi ve aynı gün ayrılır.
Aksiliklerin bir kısmını sıkça sözü edildiği için bilmeyen yoktur. Bu yazıda ben onların pek bilinmeyen bir ikisine yer vermek istiyorum.
İstasyonda trenden inen Atatürk arkasında konvoy yaya olarak Uray caddesindeki Hükümet Konağına gelir. Burada protokolü kabul ettikten sonra, Belediye tarafından şerefine verilen yemeğe katılmak üzere Belediye Binasına geçer. (bugünlerde kapalı olmasına rağmen Belediye Tiyatrosu tabelasını taşıyan ve Hükümet Konağı ile Azak arasında yer alan yıkılıp yeniden yapılmış bina)
Yemeğe davet edilen yabancı konsolosları görünce dönemin Belediye Başkanı Hoca Ahmet Efendi’ ye sitemde bulunur: “Yazık ben kendimi aile sofrasında bulacağımı sanmıştım”
Yemeğin ardından Yoğurt Pazarı civarındaki Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti binasına geçilir (İçel sanat kulübü olarak kullanılan binadan sonra gelen ve bugünlerde Kızılay’ın yer aldığı binanın yanındaki üç katlı harabe halde sahibini bekleyen büyük konak)
Yol boyunca gördüğü hayli bakımlı taş yapılar ve özellikle Cemiyetin yer aldığı konak dikkatini çekmiş olmalı ki, dönemin Cemiyet başkanı Hacı Ömer Kutlay’ a dönerek “bu binalar kimin?” diye sorar. Ömer Bey’ in “Ermeni ve Rum zenginlerin” cevabı üzerine sinirlenir ve kendisini izleyenlere “iyi de bu binalar yapılırken siz neredeydiniz” sorusunu yöneltir.
Sessizce diyalogu izleyen 1. Dünya savaşına katılan Mezitli köyünden eski asker Emin Efendi dayanamaz köşesinden seslenir: “Yemen’ de idik paşam”
Paşa ve yanındakiler Cemiyet binasından sonra günümüzde Özgür Çocuk parkı olarak anılan Yanık Mektep’e doğru ilerler. Karşılayanlar arasındaki Belediye Başkanı Hoca Ahmet’ i az önce konakta sorduğu ve aldığı cevapla hayli etkilendiği aynı konuyla ilgili imtihan eder Mustafa Kemâl:
-Yol boyu gördüğüm bunca bina yapılırken sen ne yapıyordun?
Kendisini çileden çıkaran cevap duyulur:
-Ben ahretliğimi hazırlıyordum paşam!
Yeterince gerilen Mustafa Kemâl, Doktor Reşit Galip’ in söylevinden mutlu olur ve onun ardından sadece “Mersinliler Mersin’e sahip çıkınız” cümlesi hatırlanan ünlü konuşmasını yapar.
Oysa konuşmada Mersin’ e biçtiği rol, öngördüğü vizyon bugün de artan biçimde hissedilen ağırlıktadır: 
“Memleketiniz, beldeniz; Türkiye’ nin çok önemli bir noktasında yer alıyor. Çok önemli bir ticaret merkezindesiniz. Memleketiniz bütün dünya ile Türkiye’ nin bağlantı noktasındadır.
Sizin için asıl zafer ve yükselme iktisat ve ticarettedir.”
1920’ de toplanan ilk Meclisten başlayarak tam yedi dönem Adana ve Seyhan Milletvekili olarak görev yapan İttihatçı Damar Arıkoğlu’ nun ‘hatıralarım’ adlı kitabında yer alan bilgilere göre Mustafa Kemâl’ i asıl çileden çıkaran17 Mart sabahı Ata Çelebi’ nin çıkardığı “Doğru Söz” gazetesinde yer alan “Açık mektup” tur. 
Çelebi açık mektup başlığıyla yayınlanan yazıda “Hindistan Müslümanları tarafından gönderilen 300 bin altının akıbeti” gibi kolay kolay kimsenin seslendirmediği çok can sıkıcı bir konuyu gündeme taşımış ve paraların ne olduğunu sormuştur. (Ata Çelebi bu yazıyla ilgili midir bilinmez kısa süre sonra İstiklal Mahkemesine sevk edilecek ve orada yargılanacaktır. Çelebi’ nin zindanda çektiklerine başka bir suçlama nedeniyle aynı mahkemede yargılanan Zekeriya Sertel anılarından oluşan ‘Hatırladıklarım’* kitabında değinir. Sertel’ in ‘Mersinli genç bir komünist gazeteci olarak bizden önce buraya düşmüştü’ dediği Ata Çelebi’ ye ileride umarım başka bir yazıda bilinmeyen pek çok yanı, hayli renkli yönleriyle ele alırım)
Mustafa Kemâl’ in Mersin’ e yaptığı günü birlik geziye dönecek olursak:
Günümüzde Cumhuriyet meydanına katılan Kültür merkezi önündeki Millet Bahçesinde o tarihi konuşmasını yapan Atatürk sözlerini; “gönül isterdi ki, burada bir saat, bir gün değil, uzun süre kalayım. Fakat şimdilik buna imkân yoktur. Sözümü kesmek zorundayım. Son sözüm olmak üzere ‘memleketin gerçek sahibi olunuz’. Burada geçirdiğim saatler benim için çok kıymetli olmuştur. Derin muhabbetimle hepinize veda ediyorum”
Sözlerinin ardından yine yanındaki kalabalık halk topluluğuyla geldiği yolu takip ederek İstasyona gelir. Hava kararmak üzereyken kendisi ve refakat eden heyet aynı trenle Tarsus’a doğru yola çıkar.
17 Mart 1923 ziyaretinin Tarsus bölümüyle, diğer Mersin ziyaretleri bir sonraki yazıda…
*Zekeriya Sertel Ata Çelebi’ ye şöyle değinir anılarında:
“Hapishaneye dönünce kapıda ata çelebi adında bir gençle karşılaştık. Mersin’de "doğru söz" gazetesini çıkaran bir komünistti. Kararın verilmesini bekliyordu. (...) bize bildiklerini anlattı: "istiklal mahkemesine getirilenlerin yüzde doksanı öldürülür. Duruşmalara hızlı bakılır, uzun uzadıya hukuk kurallarına, yasa hükümlerine bakılmaz..."
İşte mahkemeye bu perişan ruh hali içinde gittik. Mahkemede savcı ilk kez suçumuzu anlattı. Memlekette isyan bulunduğu bir sırada, askeri isyana teşvik edici yazı yazmışız. (...)
Memlekette isyan varken biz askeri isyana teşvik etmiştik! Hani ördek hikâyesi kadar gülünç bir şey. Fakat istiklal mahkemesi olağanüstü günlerin mahkemesiydi. Burada mantık aranmazdı.
Savcının söyledikleri kelimesi kelimesine tekrar ediliyordu. “ceza kanununun falan ve filan maddeleri gereğince" der demez, biz arkasından "idam" kelimesinin gelmesini bekledik. Fakat hayır... Hüküm üç sene kalebentlikti. Birdenbire kurtulmuşuz gibi sevindik. (...)
Kollarımızı sallaya sallaya mahkemeden çıktık. Bir arabaya bindik. Sevine sevine hapishaneye döndük. Hüseyin Cahit ve Ata Çelebi bizi kapital merakla bekliyorlardı.
- Ne oldu, nasıl geçti? Dediler.
- Darısı sizin başınıza, dedik.
- ne o beraat mı ettiniz?
Ölüm beklerken üç sene kalebent cezası bize öyle hafif gelmişti ki, onlara da ayni cezanın verilmesini diler olmuştuk”