"O topraktan utanırım da,
nedense tek söz söyleyemem suya dair"
Mevlana
Bir önceki yazıda 10 ciltlik seyahatnamesinin 9. cildinde 1671'de çıktığı Anadolu, Suriye, Filistin yolculuğuyla ilgili gözlemlerini anlatan Evliya Çelebi' nin bölgemizle ilgili kaleme aldığı gözlemlerden bir bölüme, özellikle de dile getirdiği Silifke- Mersin arasındaki küçük/büyük 70 akarsu ile bu suların önemlilerine o döneme özgü isimleriyle yer vermeye çalıştım.
Kendi ifadesiyle "Silifke'den altı konakda Tırmır kal‘asına gelince sağîr u kebîr yetmiş su, ubûr etdik, ammâ bu tahrîr olunan nehr-i azîmlerdir" dediği o 70 suyun, 'nehr-i azim' olarak tanımladığı büyüklerinin bir kısmı iyi kötü bugün varlığını sürdürüyor, bazılarını ise son 60 yılda ve her yıl artan hoyratlıkla yok ettik.
Bugün Silifke-Mezitli arasında neredeyse her yerleşim yerinin içinden, çevresinden geçen bir su yatağı mevcut ama Aralık-Ocak yağmurları dışında bu yatakların çoğu kar, yağmur sularından ziyade, atıkları denize taşıyan açık kanalizasyon işlevi görmekte...
Kent merkezinin Deliçay-Müftü deresi arasında yapılandığı 1950 sonlarına kadar Mersin' de mevcut küçük çay yatakları bir iki ay gerçek işlevlerini görüp, diğer dönemlerde kuruyunca,sıtma başta olmak üzere salgın çeşitli hastalıklara davet çıkaran bu tabiatın binlerce yılda oluşturduğu su yatakları önce kapatılır, izleri zamanla kaybolmaya yüz tutunca da üzerlerine konutlar kondurulmaya başlanır. 
Sonrasını biliyoruz, biliyorsunuz...
Her sel felaketinden sonra gündeme gelen su yataklarının, derelerin ıslahı...
Kentin afet bölgesi ilan talepleri, o taleplerin yakın geçmişte yerine getirilmesiyle Belediyelere sırf dere ıslahı için aktarılan kaynakların nerelerde kullanıldığı...
Bu kaynakların kullanımını denetlemesi gereken yetkililerin ya da asıl harcamaları sorgulaması gereken halkın yeni afetler yaşanıncaya kadar, yaralar kabuk bağladıkça unutması...
1930' dan günümüze Mersin' in yaşadığı selleri, o afetlerde yaşananları tümüyle Yeni Mersin gazetesi eksenli arşiv taramalarına dayalı kaleme aldığım bu yazı dizisini okuyanlar, çoğu zaman "yok canım bu kadar da olmaz" tepkileriyle, yaklaşık 90 yıl boyunca her afet sonrası bugün yaşananlarla bire bir benzerlikler kuracak...
"nerede bu belediyeler?, nerede yetkililer?" feryatlarının, son yaşadığımız ve kimi masumların canlarıyla ödedikleri felaketten sonra yükseldiğini sananlar çıkabilir.
Oysa gerçek öyle değil...
Bu yazı dizisinde ele almaya çalıştığım yaklaşık 90 yıl boyunca, neredeyse 50 afetle karşılaşan kentin yaşadıklarını, yetkililerin yara sarma yöntemlerini, gazetelere yansıyan görüş ve çözüm önerilerini, hepsinden önemlisi asıl meselenin herkesçe bilinmesine rağmen o kalıcı ve kesin ameliyat yerine durmadan palyatif tedavilerle yetinilmesinin ne izahı mümkün, ne de kabul edilmesi...
Son olarak yaşanan ve yine dostlar alışverişte görsün misali, günlük kimi çözümlerle tepkileri dindirmekten başka işe yaramayacağı ortada olan yöntemlere baktıkça hayal kırıklığı azalmamalı, artmalı derim...
Ortaya atılan, hatta anında hayata geçirilmeye kalkışılan projelere baktıkça; yere gömülen paralara, boşa geçirilen zamana, harcanan emeğe yanmaktan başka da şey gelmiyor insanın elinden...
Hadi su yataklarını doldurup kaybettiniz...
O suları bir şekilde denize ulaştıran kumsalları yok edip, dolgu alanları yaratan akıla, projeci dehalara ne demeli?
Evliya Çelebi' nin 70 akarsuyunun nasıl yok edildiğine, ellerimizle nasıl kıydığımıza en çarpıcı örnek, bu yazı dizisini kaleme alırken eski Mersin'i çok iyi bildiğine inandığım insanların bile hatırlamadığı Soğuksu deresinin başına gelenler.
Soğuksu aslında Evliya Çelebi' nin kitabında "atla geçtim" dediği Nehr-i Yumuk...
Günümüzde de süren ve yaklaşık 80 yıldır devam eden Yumuktepe kazılarıyla bir bölümü ortaya çıkarılan ören yeri..
Kazılarla 8 bin yıllık tarihi yerlere inilen tepenin yanında da Evliya Çelebi'nin Nehr-i Yumuk dediği son yüzyıldaki adıyla Soğuksu...
Tepe ve etrafı bir dönem Mersininin en güzel mesire alanı...
Salkım söğütler ve zengin bir doğal yeşil dokunun çevrelediği bölge, Denizden yüksek olması, rüzgar alması ve derenin taşıdığı hafif serinlik...
Kim bilir, 8 bin yıllık çok farklı dönem uygarlıklarına ev sahipliği yapması da bu Yumuk biçimli tepeyi kucaklayan nehir olmalı. Müstahkem bir tepe, denize nazır ve içinden akarsuyun aktığı, tarım yapılabilecek bereketli topraklar...
Sonra ne mi oldu?
Her yıl belli bir kaç gün sellerle boğuşan ama yılın diğer zamanlarında susuzluktan kırılan Mersin' de elbirliğiyle, Yumuktepe çevresindeki bahçelere su sağlamak amacıyla açılan artezyen kuyuları açılıp önce altı boşaltıldı "Nehr-i Yumuk' un"...
Ve kente hayat veren  Soğuksu deresi de zamanla suların çekilmesiyle kurudu.
Günümüzde ne nehir kaldı geriye, ne dere, ne de o akarsuyun yatağı...
Ne mi kaldı, o bolluk, bereketten geriye?
Soğuksu caddesi ve adını caddeden alan Polis karakolu...
Hikayenin aslında şaşırtıcı yanı yok.
Yok çünkü, eninde sonunda kendi dinamiklerini kaçınılmaz biçimde hayata geçirecek, hesabını kendi yöntemleriyle soracak tabiatla baş edecek bir yöntem yok dünyada, olması da mümkün değil zaten.
Soruların tümüne bu yazı dizisi ışık tutmayı amaçlıyor ama sanırım kitaplar dolusu yazılanları, yazılacakları engin tecrübesiyle Anadolu insanı tek cümlede özetler:
"Su akar, yatağını bulur"
iyi de o akarsu,  binlerce yıllık yatağını yitirirse ne olur?
Sorunun cevabını her sel felaketi hatırlatır, yaşatır ders almasını bilene...
Mersinin sellerle imtihanı, insanoğlunun hoyratlığı sonucu yatağını bulamayan suların isyanının, ve bu isyanın getirdiği afetlerle tanışma, baş etme serüvenidir aslında...