Büyükşehir Belediye Meclisinin sayısını unuttuğum toplantılarından birisi daha yoklamayla başlıyor.

Bazen tek başıma oturduğum dinleyici bölümü hıncahınç dolu...

Taş binanın koridorları bile mahşeri kalabalık...

Böylesi insan seline ilk kez tanık olmanın şaşkınlığı...

Ama boşuna değil ilgi...

Şehir planının görüşüleceğini duyan koşmuş...

Mevzu anayasa olsa, bu kadar insan gelmez.

Demek ki, imar mevzuu insanları her şeyden daha fazla ilgilendiriyor.
Jansen planından beri kaçıncı plan bu?

Üzerinden seksen yıl geçmesine rağmen unutulmayan o planın ardından kaç plan daha hazırlandı, kaç kez gündeme geldi, kaçının heyecanla uygulanması beklendi acaba?

Sorular uçuşurken beynimde, bir zamanların tuz deposundan Akkahve' ye,  otel yapılmayı beklerken Belediyeye kısmet olan, maceradan maceraya savrulan taş binanın yüksek kubbelerinde dolaşıyor gözlerim.
Etraftaki kalabalığın gürültüsü dağılıyor, utanmasam Sayda' dan Lazkiye' den getirildiği söylenen taşlarla konuşacağım.

"Akkahve dalgaların tam ucuna martı gibi oturmuş, arkası deniz. Kahvenin içi yağmur kokan serinlik. Akkahvenin en güzel yanı ak boşluğu, ak ışıkları... Denize bakan kapısından ara sıra mavi bir ışık dolardı"
Birden hafızama nakış gibi işlenmiş çoğu kısmını unutsam da "yağmur kokan serinliğini" hep hisettiğim o hayal tarifin sahibi, İlyas Halil' in sesiyle irkiliyorum.

Amca dediğimde kızan, ilk günden beri "aziz dost" hitabıyla hep içimi ısıtan sesiyle yanı başımda fısıldıyor:
 "bunaldın biliyorum, gel çıkalım, dolaşalım biraz"

Çıkıyoruz, sahile doğru, şaşkın çığlığı basıyor birden:

"Nereye gitmiş Güllü' nün ay büyürken çırılçıplak girdiği, üzerinde yürüdüğü denize ne oldu, o Mersin nereye gitti?"

Başıma geleceklerden habersiz, kendi sorularıyla vurmaya kalkıyorum onu:

''Ne bileyim ben o Mersin nerede? Bilsem yitirir miydim?"

Hatırlıyor, kor ateşe dokunur gibi dudakları bıraktığım yerden Mersin mırıldanmaya, Mersin ağlamaya başlıyor...
"Mersin kent değil, bir ruh haleti idi. Mersin aşk yeri, aşkın ilk doğduğu yerdi herhalde. Her nasılsa sevilecek kızların hepsi orada toplanmıştı. Mersin Nirvana yeri. Mersin 50 yıl önce sevdiğim kadın, şiir kitabımın sarı sayfaları arasında hâlâ 19 yaşında...

Mersin taştan, yoldan, sokaktan olsaydı, çamurdan sivrisinekten olsaydı ''Deniz çekildi, ay sahilde su birikintisi'' der miydim."

Hüzünlü gülümsedim, hatırladım birden, sıcacık bir öğleden sonra göğüne yazmıştı aradığı denizi:
"...Elimle boyadığım denizi alıp götürmüşlerdi. Belediye memurları çöplüğe atmış olmalı. Ellerimde hala o günün mavi lekesi duruyordu.

Aradığımı duymuş, Nuri Abaç Ankara’ dan haber salmıştı.. “Boşuna arama” diyordu. “Renk sarhoşu kimse kalmadı. Nevin’ in saçını dağıtacak rüzgarı bulamayacaksın. Renkler, kokular göçtü."

Ne aradığımı bilsem bulurdum herhalde. Gökyüzü açılmış mavi şemsiye ben kuş. Mersin’ i güneş ışınlarında deniz kıyısında bulmak için uçuyorum. Önümde yokluktan büyük bir yokluk."

"Gümrük meydanı mı, Cumhuriyet meydanı mı" hangi yana gidelim?

Kararsız baktığını görünce onu, kendi dizeleriyle vurmaya yeltendim:

"Gümrük meydanından denize uzanan yolcu iskelesi, sabahları una bulanmış gibi durur. İlk çatananın düdüğü ile uçan martıların altından iskelenin yosun rengi ortaya çıkar. Demirleri rüzgârsız havalarda martılardan apak olur, üçü kalkar beşi konar"

Nasıl diyebilirdim Gümrük meydanını yok ettiğimizi, söküp attığımız iskeleyi, yıktığımız beyaz yolcu salonunu...
 Beyruttan gelen "havacaların" beyaz silindir şapkalarıyla gemiden gümrüğe deniz üstü yürürken korkularına, tedirgin meltemin eşlik ettiği kısacık yolu sormasından korktum...

"boş ver doğuyu, batıya yürüyelim Halkevinin açıldığı güne, opera dinlemekle akça kızları seyretme arasında gidip geldiğin 'nirvanaya' yürüyelim"

Dalıp gitmiştik, ayaklarımız sürükledi bizi oysa biliyorum aklımız başka yerlerdeydi.

Bıraktığım yerden nasıl olsa sürdürür diye onun dizeleri eşlik etsin istedim:

"Akdenizin kızıl güneşi, dantelli mavi denizi, çiçekli kıyıları ve bir de yasemin giysili kızları. Baharda turunç çiçeklerine, güzleri ayva ağaçlarına dönen kızları... Sabahları genç kız gibi çıplak uyanırdı deniz, akşamları Aile Bahçesinin altında aşk türküleri mırıldanırdı"

Okuduklarım kendi yazdıkları ama sanki yeni duymuş gibi şaşkın hatırladı birden, mırıldandı:
"Kıyıdaki az yosunlu köpüklerden güneş eksilmeyecekti. Mersin küçük balıkçı köyü kalacaktı. Nisan, Mayıs olacaktı yıl boyu"

Olmadı işte, ne insan, ne tabiat, ne de Mersin... Olduğu gibi ne kalıyor ki hoyratça tükettiğimiz Mersin onun hayallerini süsleyen haliyle kalacaktı?

Cevap verdi dostum:

"Kimseler deniz kıyısında dolaşmıyor, ıslık çalmıyormuş. Yalnız deniz mi ihtiyarlayan? Yasemin kokusu giymiş o günlerin kızlarına ne oldu? Gelinlik kızları nine olmuş bir kentte deniz de böyle kokar her halde... Denizi doldurdular, uyuz it ölüsü gibi kentin dışına sürdüler"

Koluna girdim. "Gel bak adını verdiğimiz Kilisenin yanındaki sokağa yürüyelim birlikte ama bir daha anlat ve senin ağzından dinleyeyim Boyacı Ramazan' ı, Halkevi yapılmadan önce yanan şu çardakların hikâyesini"
Boyacı Ramazan deyince Halkevinin merdivenlerine çöktü, ben de yanına...
Ve birden mekansız Ramazan canlandı geldi oturdu aramıza, 17 yaşına gitti İlyas, o sordu Ramazan anlattı, Pompeipolis' ten aşırılma ıslak taşlar kulak kesildi, yüreklerimiz boşaldı, ne Güllü duydu bizi ne Mersin' in umurundaydık...

O umursamazlığa inat gelecek nesillere aktarılması gereken acılı yıllardı Ramazan' ın anlattıkları... Tepemizde kanat çırpan martılar duydu, meyveye gebe turunç çiçekleri duydu, gün gelir duyacak Mersinliler de doğar umuduyla okuyun İlyas Halil' i, ondan dinleyin Boyacı Ramazan' ı...