Fransa yerel seçimlerinde yükselen aşırı milliyetçi hatta faşist dalgayı, IŞİD patentli katliamın sandığa yansımasını yazacaktım, ABD' nin Cumhuriyetçi başkan adaylarından Trump sözün bittiği yerdeyiz dedirten öneriyi patlattı: "Ne olduğunu anlayıncaya kadar Müslüman turistlerin bile ülkeye girişini durduralım"
Akıl tutulması dediğimiz salgın sokakta kalacak değildi ya, zenginlikten dili şişmiş beyaz saray meraklılarına sirayet etmiş...
11 Eylül 2001 ikiz kulelerin vuruluşu ve ardından Necon’ların kontrolündeki Bush liderliğindeki ABD’ nin Afganistan ve ardından ipe sapa gelmez gerekçelerle Irak işgallerini unutmaya olanak yok…
11 Eylülün yarattığı travma öylesine şiddetliydi ki, üzerinden yıllar geçmesine rağmen işin perde arkasını hiçbir zaman okuyamayan halkın (ve Trump gibilerin) bugün bile intikam duyguları körelmiş değil.
Sorun da tam burada başlıyor.
11 Eylül ardından başlatılan ve hedef tahtasına koyulan düşmanların iktidarlarını başlarına yıkma stratejisi temel amaçsa o amaç Afganistan’ da Taliban, Irak’ ta Saddam’ lı Baas rejimlerini yerle bir ederek gerçekleşti.
Şunu göz ardı etmeyelim; ABD muktedirlerinin yaydığı hava; dünyaya terör ihraç eden El Kaide ve terör ihraç etme potansiyeli taşıdığı iddia edilen Saddam rejimlerinin yok edilmesiyle dünyanın huzura kavuşacağı yönündeydi…
Bugün artık vizyona girmeden önce bize sunulan fragman ile izlemekte olduğumuz film arasında nasıl uçurumlar olduğunu yaşayarak, tanıklık ederek görüyoruz.
İkiz kulelere saldırının üzerinden tam 14 yıl geçti, üstelik El Kaide, Saddam iktidarları yıkıldı ama akıl ve izanını yitirmemiş herkes elini vicdanına koyup öncelikle kendisine sorsun; Dünya bugün kurtulduğu diktatörlerden daha mı huzurlu? Daha mı yaşanabilir bir dünyadayız?
İsterseniz fotoğrafı biraz daha büyütüp, Kuzey Afrika’ da başlayan ve hepimizi heyecanlandıran “baharların” ardından ortaya çıkan sarsıcı iklime bakalım:
Kaddafi gibi bir tehditten kurtulma sevincini neredeyse bayrama dönüştürenler, bugünkü Libya’ ya bakıp ne düşünüyor acaba?
Cevabı ortada bir soru bu…
Irak ve Suriye’ de ortaya çıkan ama artık küresel marka özelliğiyle dünya genelinde her gün bir yerlerde boy gösteren IŞİD örgütü bile tek başına tüm tabloyu anlatmaya yeter…
“Suriye kaosu olmasa IŞİD olmazdı” gibisinden önermelerin de yüzleştiğimiz gerçeklerle ilgisi yok, Suriye olmasa da Irak’ ta ABD eliyle yazılan politik senaryo ve sokağa yansıyan vahşet uygulamaları nedeniyle (Ebu Gureyb cezaevi görüntüleri gibi uç örnekleri hatırlatmıyorum bile) adı farklı olsa da benzer örgütler ortaya çıkacaktı, çıkıyor ve üzgünüm ama çıkmaya da devam edecek.
IŞİD’ li Suriye’ nin diğer kaotik coğrafyalardan farkı ülkenin jeostratejik konumu ve ülkeden dünyaya sel olup akan milyonlarca mülteci ve şiddetin ülke içinden dünyaya ihraç edilmeye başlanması…
Ve o eylemlerin can acıtıcı şiddeti yanında ülkeye göre hangi sinir uçlarını harekete geçirdiği ortaya çıkan tepkileri de belirliyor.
IŞİD’ in Paris saldırısı en çok kime yaradı? Sorusuna fazlaca kafa yormanıza gerek yok.
6 Aralık 2015 Pazar günü Fransa’ da yapılan yerel seçimlerde ortaya çıkan tablo her şeyi yeterince anlatıyor aslında:
Hollande’ i ülke Başkanı yapan ve sosyalist partiyi iktidara taşıyan seçmen, Charles Hebdo saldırısı ve ardından gelen Paris katliamıyla pekişen travma sonucu düne kadar marjinal bir hareket olarak ciddiye alınmayan hatta dudak bükülen Le Pen’ in başında yer aldığı faşist söylemleriyle öne çıkan aşırı sağ “Ulusal Cephe” (FN)’yi birinci parti yaptı.
Sosyalistleri üçüncülüğe düşüren, en önemli söylemi yabancı düşmanlığı olan partiyi yapılacak ilk seçimde iktidarın en güçlü adayı yapan bir sonuç bu…
Biliyoruz ki, FN’ nin iktidar şansını yakalaması, Fransa’ daki mültecilerin yaşam şansını yitirmesi anlamına gelecektir.
Peki yabancı düşmanlığı Fransa’ yı huzurlu bir ülke yapmaya yetecek mi?
Asıl üzerinde durulması gereken soru budur ve hiç şüpheniz olmasın şiddet şiddeti besleyecek, ayrımcılık ve yabancı düşmanlığı çok daha büyük eylemleri büyütecektir.
Batı; Irak’ la başlayıp, Libya ve Suriye ile sürdürdüğü aymazlık ve karşısındakini anlama yerine şiddetle yok etme konseptiyle bir yere varamadı, varamayacak ta…
Dünyanın tüm ülkeleri, tüm savaş uçaklarını seferber edip soluksuz bombalasa da IŞİD’ i bugün ortaya koyulan yöntemle yok edemez.
Tarih boyunca düzenli hiç bir ordu, düzensiz gerilla örgütleriyle baş edemedi. 
Bu sefer de edemeyecek. Kara harekâtı olmadan dağ taş bombalayarak bugüne kadar hangi ordu başarıya ulaştı ki, bu kez ulaşsın?
Suriye göklerinde ABD, Fransa, İngiltere, Almanya ve karşı cephedeki Rusya aynı hedefe odaklanmış kadın, çocuk demeden, okul, hastane gözetmeden durmadan bombalıyor da sonuç alınabiliyor mu?
Daha da ciddi soru; Bu gidişle alınabilir mi?
Tam aksine IŞİD ve benzerlerinin tam da istediği iklim doğuyor o bombaların yaktığı topraklarda. Bir süre sonra bunun 21. Yüzyıla uyarlanmış Haçlı seferine dönmeyeceğinin garantisi de yok üstelik.
Kapitalizm son yüzyıldır her bunalımı, girdiği her krizi çıkardığı ve körüklediği savaşlarla yenmeyi denedi.
Milyonlarca insanın cesetleri üzerinde tepinerek başardı da…
Birinci ve ikinci dünya ve ardından gelen soğuk savaş dönemleri, kesintisiz süregelen küresel yağmalamanın, paylaşımların, yüz yıllık küresel mücadeleye sahne olmuş kan denizlerinin tarihidir aslında.
Şimdi o farklı bölümlerini izlediğimiz büyük oyunun yeni perdesini izlemekteyiz.
Yara sıcak olduğu için farkında değiliz ama tarih okuyanların “ben bu filmi izlemiştim” repliklerini andırır biçimde yeni bir dünya savaşına tanıklık etmekteyiz.
Kapitalizm bir kez daha yakalandığı krizi atlatıp, giyineceği yeni giysi, bürüneceği yeni modelle; dünyayı sömürmeyi, insanlığın milyonlarca yıllık birikimini tüketmeyi amaçlıyor. Bu açık…
Oyunu izlerken sormamız gereken asıl soru; daha önce şaşmaz biçimde hedefe varmış yöntemin bu kez başarıp başarmayacağı...
Sahnelenen oyun için bu kez seçilen coğrafyanın merkezi Suriye toprakları…
Ve Suriye için söylenen bir Arap özdeyişi kulaklarımda:
“Ortadoğu’ da Mısır'sız savaş, Suriye’ siz barış olmaz”
“Suriye’ nin yok edildiği bugünlerde, Suriye’siz barış nasıl gelecek?”
İçinden geçmekte olduğumuz sürecin veya hayatımızı belirleyecek sınavın temel sorusu budur…
Ve ne yazık ki, cevabı bilinmez zor bir soruyla karşı karşıyayız...