Bu ülkede yaşayan çoğu insan gibi hayatım hep derin kırılmalar, hayal kırıklıklarıyla geçti.
Kimlere umut bağlamadık, kimlerin ardına düşmedik ki?
1973 Ecevit’ i gençliğimize uygun, kurduğumuz hayalleri yeşertecek bir aktördü ama, kendi adıma itiraf edeyim, sanılandan çok önce 1974 Kıbrıs çıkarması diye lanse edilen bir başka ülkeyi işgal eden duruma düşmesiyle benim için ölmüştü. 
Kişi olarak beğenmeme, hele şair kimliğini taşıyan hümanist kimliğiyle çok sevmeme rağmen 1970’lerin başında dağa taşa “umudumuz Ecevit” yazanlardan olmadım.
Ama Türkiye’de siyasetin insanları nasıl değiştirebildiğini, o gerçekten “yoksulların, ezilenlerin umudu” olabilecek barış güvercinini “Kıbrıs şahinine” dönüştürme sürecinde hüzünle izledim.
Eleştirdiği düzenin parçası haline nasıl gelinir? Sorusunun canlı örneğini Ecevit’ i izleyerek görmek yeterince hüzünlüydü ama daha da yıkıcı olan “insanca, hakça bir düzen” vaadiyle yola çıkıp barış türküleri söyleyen birinin peşine düşen kitlelerdeki değişimdi. Barışın sembolü maviyi gömlek niyetine sırtına geçirip, ömrünün sonuna kadar çıkarmayan Ecevit’ in uçurduğu güvercinleri hayranlıkla izleyenler bir süre sonra Kıbrıs Fatihi sloganlarını aynı meydanlarda haykırıyor, daha da ilgini onları dalgalandıran lider hayranlıkla izliyordu eserini…
**
1983’ te siyasete atılan Özal da statükoya karşı savaş ilan eden devrimciydi. Yıllarca ve yıllarca kurdukları yüksek duvarlı sömürge cennetinde, kendi halkına en tapon malları kakalayanlara karşı, o gümrük duvarlarını yıkan, kotaları kaldıran, “sığ bataklığınızda yeterince debelendiniz, yeterince semirdiniz, hadi bakalım denizlere açılın hatta okyanuslarda yüzmeyi öğrenin”  tavrıyla “cam fanus sanayicilerini” küresel rekabetin ateş çemberine atan da aynı Özal’ dı…
Bürokrasi ve iş dünyasını masaların iki yanında oturan özelliğiyle yakından tanıyan, tüm dünyanın saygı duyduğu birikimde, teknoloji yanında siyasi gelişmeleri yakından izleyen ve yükselmeye başlayan küresel neoliberal politikaları da doğru okuyan birini Türkiye siyaset değirmeni 4 yılda öğütüp kendine ne kadar benzetebilirse sistem öylesine benzetmişti Özal’ ı kendine…
İzlemekle kalmayıp, bazı kesitlerinde içinde yer aldığım o Özallı yılları o Türk filmindeki replik ne de güzel anlatıyordu… Hani Anadolu’dan bindiği trenle İstanbul’ a gelen yağız delikanlı elde bavul Haydarpaşa’ da durur da karşı yakaya “ulan İstanbul ya ben seni yeneceğim, ya sen beni” der ya, Özal’ı en güzel o sahne anlatır aslında…
1984’ te Divan otelinde bir öğle vakti buluştuğu iş adamlarına başladığı yolculuğun geriye dönüşünün olmayacağını, gemileri yaktığını anlatırken, yedikleri lokmaların ağızlarında nasıl dizildiğini görürken şaka yapmıyordu.
 “Beni halk seçti ve ben siyaseti ömür boyu yapacak değilim, dünya ekonomisiyle entegrasyonu birkaç yılda tamamlar, bırakır giderim” derken kendisi çok samimiydi ama kendini devletin asıl sahibi gören sistemin asıl oyuncularının da planları vardı.
Bir gün “ne kadar oy alırsan al, istediğin kadar kendini iktidar sahibi say, eğer 6 ayda Ankara’ yı düşündüğün çizgiye getiremezsen, yandığının resmidir, bir yıl sonra Ankara seni kendine benzetir” demişti de, o günlerin tatlı sarhoşluğu içinde pek anlamamıştım. Sadece ben mi? Kendisi de geminin değişen rotasının farkındaydı ama dümen kontrolden çıkmıştı. 
1983’ ün liberal ekonomi alanındaki küresel devrimcisini, 1987’ de “Has bahçe papatyalarının” emir kuluna dönüştürmüştü bir avuç elite hizmet eden sistem…
**
Tüm bunları niye mi anlattım?
Arşivimi tararken biri 3 Kasım 2002 seçimlerinden önce biri de 3 Kasım 2002 seçimlerinin sonuçlandığı akşam, daha sandıklar doğru dürüst açılmamışken üstelik birilerinin yedirme riskini de göze alarak kaleme aldığım ve 4 Kasım günü “Bugün Mersin” gazetesinde yer alan iki yazıya ilişti gözüm. “Elinize sağlık” başlığını taşıyan makaleyi, 7 Haziran akşamı sonuç ne olursa olsun 8 Haziran pazartesi sabahı İmece’ de yayınlama düşüncesindeyim.
Ecevit’ ten Özal’ a yukarıda örneklerle anlatmaya çalıştığım yıllar içindeki savrulmaların çok daha dramatiğine ve Cumhuriyet tarihi boyunca eşine rastlanmayan, bundan sonra da rastlanması olanaksız bir Erdoğan figürünün,
13 yılda AK Partinin nasıl olup ta böylesine tanınması imkânsız çizgiye gelebildiğini anlamaya çalışanlara hayli yardımcı olacağına inandığım kaleme alan benim için de ibretlik derslerle dolu bir yazıdır bu…
Ama bir de o bizi bugünlere taşıyan 2002 seçimleri ve o seçimlerden 4 gün önce kaleme aldığım bir yazı var…
O yazıdan birkaç paragrafla noktalayalım 7 Haziran’  a götüren süreci… Bakın bakalım o günlere ayna tutmaya çalışan o cümleleri bugün okuduğunuzda neler hissedeceksiniz?
 “Hırsızlığa, yolsuzluğa bulaşanları ve onlara çanak tutanları asla bağışlamayın…
Kurumların hafızası olur, toplumların asla diyenleri mahcup edin…
1995’ te 1,3 katrilyon iç borçla aldıkları ülkeyi 7 yıl içinde 140 katrilyon borç yükünün altına sokanlardan hesap sorun…
Birilerinin defterini sandıkta dürün, nasıl getirdiyseniz öyle gönderin…
Öyle bir ders verin ki, sandıktan dışarı başlarını çıkaracak mecalleri kalmasın…
“Kaybedersem Bodrum’ a giderim” diye sizinle kafa bulanlara son bir iyilik edin, hak ettikleri gerçek bodruma gönderin…
65 Milyon insan yoksullaşırken, çevreleriyle birlikte semirip gelişen “Büyük Türk Büyüklerine” ‘artık yeter’ demenin tek yolu bu seçimdir. Gereğini yapın…
Sorumlu olduğu devlet bankasının boşalmasına yol açıp 13 milyar doları 23 ahbap çavuş şirketine dağıtan gizli ortakların açık siyasi kimliklerini gözlerinizin önüne getirin…
Ülkeye hizmet diye “çocuklarına İstanbul’ un en gözde semtindeki Cami köşesine dondurmacı dükkanı açmaktan başka çivi çakmayanların, yeni vaatlerine asla kanmayın…
Elinizde tek silahınız, o silahta da tek merminiz var, o merminin kıymetini bilin, mutlaka doğru yerde doğru zamanda kullanın ve ne olur siz siz olun, son anda yanılıp sakın ayağınıza sıkmayın…”
3 Kasım 2002 akşamı ne mi yazdım?
Onu da 7 Haziran akşamı paylaşayım izninizle…
Ne demişti şair:
“Görelim Mevlam neyler, neylerse güzel eyler.”
Mevlamın güzel günlere erdirmesi dileği, umuduyla…