Radikal gazetesi Ayşe Hür bugün gazete çıkan uzun araştırm yazısında "kızlı-erkekli yaşam" konusuna Osmanlı dönemi üzerinden yaklaşmış. "İslamcı yazarların pek beğendiği Osmanlıların bu konulardaki pratiklerine bir göz atıp neyin 'meşru olduğunu' anlamaya çalıştım." diyen Hür, "oğlancılık" durumunu sorgulamış İşte Ayşe Hür'ün o yazısından bazı bölümler: "... ve yaz olunca avretlere meylet ve kışın oğlanlara, ta ki bedenen sağlam olasın." (11. yüzyılda yaşamış Kuhistan Sultanı Kabus'un oğluna nasihat kitabı Kâbusname’den) Başbakan’ın bağnaz otoriterliğinin son numunesi olan “kızlı-erkekli yaşam” tartışmasından sonra İslamcı yazarlardan Hayrettin Karaman, Başbakan’ı savunmak için “kadın ve erkek öğrencilerin bir veya birkaçının aynı evlerde kalmalarının Müslüman milletimizin ahlak, gelenek ve göreneğine göre meşru olmadığını” söyleyince, İslamcı yazarların pek beğendiği Osmanlıların bu konulardaki pratiklerine bir göz atıp neyin ‘meşru olduğunu’ anlamaya çalıştım. GÜNAH KEÇİSİ: OLİVERA DESPİNA Orhan Gazi zamanında (1326-1359) Osmanlılara esir düşen Bizans’ın Selanik Başpiskoposu Gregory Palamas, Osmanlı’da sapkınlığın çok yaygın olduğunu, özellikle Hristiyan esirlere yönelik tacizlerin çok olduğunu yazar hatıratında. ‘Oğlancılığın’, I. Bayezid döneminde başladığını kabul eden kaynaklar ise suçu Bayezid’in karılarından Sırp asıllı Olivera Despina’ya atarlar. Güya bu gavur hatunun kocası için bulduğu Hıristiyan oğlanlarla başlamıştır eşcinselliğin Osmanlı’da kurumsallaşması ve saraydaki ‘iç oğlanları’ örgütlenmesinin nüvesini bu oğlanlar oluşturmuştur… (...) YAZ OLUNCA AVRETLERE, KIŞ OLUNCA OĞLANLARA Peki II. Murad, kendisinin emri üzerine Mercimek Ahmed’in Farsça’dan çevirdiği, 11. Yüzyılda yaşamış Kuhistan Sultanı Kabus'un oğluna nasihat kitabı Kâbusname’deki şu satırları okuduğunda şaşırmış mıydı acaba: "... ve yaz olunca avretlere meylet ve kışın oğlanlara, ta ki bedenen sağlam olasın. Zira ki oğlan teni sıcaktır, yazın iki sıcak bir yere gelirse teni azıtır ve avret teni soğuktur, kışın iki soğuk bir yere gelse teni kurutur vesselam." "Osmanlı'nın eşcinselliği neredeyse tarihsel ve cinsel bir norma dönüştürmesine karşılık, Cumhuriyet etiğinin, eşcinselliği kamusal söylemin dışına çıkardığını söyleyebiliriz” diye söze giren Hilmi Yavuz, Fatih Sultan Mehmed’in ‘Avni’mahlasıyla yazdığı gazellerden birinde Veyis adlı güzel bir oğlanı övdüğünü, gazelin sonunda da “Ey Avni! Talihin yaver gitti ve o sevgili misafirin oldu. Fırsatı kaçırma; zira Veyis bin cana bedeldir” dediğini; Fatih’in bir diğer gazelinde ise Galata’daki bir kilisede görevli papazı öve öve bitiremediğini yazdığında kıyamet kopmuştu. Bu konu da hala araştırmacısını bekliyor… DELİ BİRADER VE KİTABI ‘Osmanlı sultanlarının kahkahalarla okuduğu kitap’ olarak ünlenen Kitab-ı Dâfi‘ü 'l-gumûm ve Râfi‘ü 'l-humûm’un (kısaca ‘Gamları Def Eden Kitap’) ilk bölümü nikâhın meziyetlerine ve sevişmenin faydalarına; ikinci bölüm ‘kulampara’ (aktif eşcinsel) kardeşlerin ve zampara biraderlerin arasında geçen tartışmalara; üçüncü bölüm servi boylu yalın yüzlü ve lale yanaklı oğlanlarla sohbetin zevklerine; dördüncü bölüm gümüş tenli kadınlar ve yasemin göğüslü kızlarla oynaşmanın hazlarına; beşinci bölüm, rüyalarda yaşanan bazı hallere ve hayvanlarla ilişkilere; altıncı bölümde pasif eşcinsellerin (oğlanların) ve ne idüğü belirsizlerin iğrenç durumlarına; yedinci bölümde gidilerin (pezevenk ?) ve boynuzluların hikâyelerine dairdi. Kitabın yazarı ise Gazali mahlasıyla yazan, ası adı Mehmet olan, ama Deli Birader adıyla tanınan bir medreseliydi. Deli Birader, 1466’da Bursa'da doğmuş, medrese eğitimini tamamladıktan sonra devrin önemli din bilginlerinden olan Muhyiddin-i Acemi'den ders almış, Bursa'da Bayezid Paşa Medresesi’nde müderrislik yaparken Manisa Sancağı’nda bulunan Şehzade Korkut’un (II. Bayezid'in oğlu idi) edebiyat çevresine girmişti. Sözünü ettiğim kitabı Piyale Ağa adlı birinin isteği üzerine yazan ancak Şehzade Korkut’un eseri beğenmemesi üzerine gözden düştüğü ileri sürülen Deli Birader, 1512’de Korkut'un tahtı ele geçiren kardeşi (Yavuz) Sultan Selim tarafından öldürmesinden sonra, Bursa yakınlarındaki Geyiklibaba Türbesi'nde şeyhlik etmiş, ardından Sivrihisar, Akşehir ve Amasya’da medrese hocalığı yapmıştı. Derken İstanbul'a gelip Beşiktaş'ta bir hamam açmış ama hamamda delikanlılarla yaptığı alemler İstanbul halkının diline düşünce, çareyi uzaklara kaçmakta bulmuştu. Sığındığı yer ne ilginçtir ki, Mekke idi. Deli Birader hayatını 1535’te burada kaybetmiş ve bir din adamı olduğu için cenaze namazı Kabe’de kılınmış ve Kabe yakınlarına defnedilmişti... (...) TÜYSÜZ OĞLANLAR KILAVUZU II. Selim, III. Murad ve III. Mehmed dönemlerinin tarihçisi, divan katibi, valisi Gelibolulu Mustafa Ali (ö. 1600), Divân’ında "Zenne rağbet eder mi âkil olan/Tab-ı Ali civâne maildir.” (Aklı başında olan kadına eğilim gösterir mi? Ali'nin yaradılışında delikanlıya yöneliş vardır) demiş, dönemin eşcinselliğe bakışını en güzel özetleyen eserlerden biri olan Mevâidün Nefais fi Kavaidil-Mecalis’i (Görgü ve Toplum Kuralları Üzerinde Ziyafet Sofraları) kaleme almıştı. Bu kitapta eşcinsellik (oğlancılık) toplumun bir gerçeği olarak bir yandan kabulleniliyor ve konuyla ilgili ayrıntılı bilgiler verilirken, bir yandan da kötüleniyordu. Gelibolulu Mustafa Ali, Mevâid'in çeşitli bölümlerinde Osmanlı eyaletlerinde yaşayan çeşitli ırk ve etnik kökenden toplumların delikanlıları hakkında kısa kısa bilgiler veriyordu. Örneğin “Tüysüzler soyundan namert lokması olanların çoğu Arabistan piçleri ve Anadolu Türklerinin veled -i zinalarıdır, onların sürdüğü güzellik ve cazibe süresini hiçbir diyarın tüysüzleri sürmez,” diyordu. Örneğin “Edirne, Bursa ve İstanbul'un ince bellileri her yönden kusursuzlukta ve güzellikte onlardan ileridir,” diyordu. Örneğin “Kürt tüysüzleri, anadan doğma evbaş olanların tecrübesine göre sağlıklı, yumuşak ve uysal ve her ne teklif olunsa dinleyip yapmaları çok olur. Hele bellerinden aşağısını kına ile boyatır, dizlerine ininceye kadar boyanarak kendilerini süslerler,” diyordu. “Uzun boylu, salınarak yürüyenleri kullanmak isteyenler Rumeli köçeklerinden şaşmasınlar. Kul cinsinin de Yusuf çehreli Çerkeslerinden ve Hırvat asıllıların nefesleri mis kokanlarından sakın usanıp bezmesinler,” diyordu. “Ama Gürcü, Rus ve Görel cinsi, öteki esnafın gübresi gibidir. Onlara bakarak Macar soyundan olanlar, başka tayfaların tabiata uygun ve makbul olanlarıdır. Gel gelelim, çoğu efendisine, hıyanet eder; düşüp kalkmalarından, davranışlarından her kişi onların çirkin yönlerini görür,” diyordu. “Şaşılacak olan budur ki Mısır evbaşları Habeşlilere düşkündür. Araya soğukluk girer, her biri insanın samurudur, derler. Aslında yatak hizmetinde usta olurlarmış, yani esbap buhurlamayı, yatak ve yastık döşemeyi candan isterlermiş. Erkeğinde, dişisinde adamlık belli imiş: her ne semte görülürse uysal ve güzel davranarak yumuşaklık göstermeleri kolaymış,” diyordu... EMİRGÂN ADI NEREDEN GELİYOR? Bundan çeyrek asır sonra, IV. Murad (1623-1640) İran Seferi sırasında Revan kalesini kendisine savaşsız teslim eden kale kumandanı Emirgûneoğlu Tahmasp Kulu Han adlı bir eşcinseli İstanbul’a getirecek, adını Yusuf yapıp musahipliğine atayacaktı. Padişahın Yusuf Paşa’ya verdiği hediyelerden biri bugün Emirgân dediğimiz semtteki ‘Feridun Bahçesi’ idi. Dimitri Kantemir ve Eremya Çelebi’ye bakılırsa, padişah bu bahçedeki konakta, Musa Çelebi ve Silahtar Mustafa Paşa gibi dönemin ünlü eşcinselleri ile sabaha kadar oturak alemleri düzenlerdi. Bir yandan da, halkın ahlak bekçiliğini yapardı. Öyle ki IV. Murad devrinde, bazı kaynaklara göre 14 bin, bazılarına göre 20 bin kişi kahvehanelere gittiği, tütün, afyon veya içki içtiği gerekçesiyle katledilmişti… Üstelik bu katliam işinde padişah da bizzat yer almıştı… Halbuki dönemin açık sözlü yazarı Evliya Çelebi’den öğrendiğimize göre o tarihlerde eşcinsel meslek erbablarına ‘hizan-ı dilberan’ (düşkün ahlaksız gençler) denirdi. Bunlar ‘defter-i hîzan’a kaydedilerek devlet tarafından vergilendirilirdi. Çelebi’ye göre “Hîzân-ı Dilberân esnafı nefer (kişi) 500, bunlar bir alay yersiz, yurtsuz, düs¸kün, ahlâksız, yüzsüzlerdir ki kendi kadir ve kıymetlerini bilmeyip Babulluk’ta, Kalatyonoz’da, Finde’de, Kumkapı’da, San Pavla’da, Meydancık’ta, Kiliseardı’nda, Tatavla’da ve çes¸it çes¸it içki içilen yerlerde sürü sürü gezip boğazı tokluğuna avlanırkan subaşı tuzağına düşüp sonunda defterli olur” idi. Çelebi’ye bakılırsa yine o tarihlerde “Deyyuslar esnafı” 212 kişi, “Ahmak pezevenkler esnafı” 300 kişi idi. Bu kişiler diğer meslek erbabıyla birlikte, padişahı İran Seferi’ne uğurlayan esnaf alayına katılmışlardı üstelik… GENÇ OSMAN’IN BAŞINA GELENLER Evliya Çelebi’nin konumuzla ilgili bir başka ifşaatı da, I. Ahmet’in talihsiz oğlu Genç Osman’ın kendisini tahttan indiren Yeniçeriler tarafından öldürülmeden (1622) önce ırzına geçildiğiydi. Ancak Seyahatname’nin bu sayfaları, 1896 yılında orijinal yazmayı ilk kez yayımlayan kurulun içindeki Necib Asım Bey tarafından yırtılarak imha edildiği için bunu yakın tarihe kadar duymamıştık. Asım Bey bu eylemini şu tanıdık sözlerle gerekçelendirmişti: “Tarihimiz için bu sayfa kara bir lekedir. Bunu gelecek kuşaklara göstermek doğru olmadığı için yırttım!" Biz de bu ‘kara’ sayfayı kapatalım ve resmi tarihçilerin ‘Lale Devri’ adını taktığı III. Ahmed döneminin (1718-1730) ünlü şairi Nedim’in lise kitaplarında kesinlikle rastlayamayacağınız şu beyitle neşelenelim: "İzn alub cum'a nemâzına deyû mâderden/Bir gün uğrılayalım çerh-i sitem-perverden/Dolaşub iskeleye doğrı nihân yollardan/Gidelim serv-i revânım yürü Sad'âbâde." Günümüz Türkçesiyle şair şöyle diyor: "Annenden cuma namazına gideceğiz diye izin alıp sitemlik felekten bir gün çalalım. Gizli yollardan iskeleye doğru dolaşıp, yürü selvi boylu sevgilim Sadabad'e gidelim." Nedim’i (ve benzer temaları işleyen, Kanuni dönemi şairleri Baki’yi ve Fuzuli’yi) savunmak için ‘Divan şiiri sembolizminden’ dem vuracaklara: “Kadınlar cuma namazına gitmediklerine göre, Nedim'in ayartmaya çalıştığı servi boylu, erkek familyasından biri olmalı”, deyip yolumuza devam edelim. ENDERUNLU FAZIL’IN OĞLANLARI Neyse ki, 18/19. yüzyıl divan şairlerinden Enderunlu Fazıl Bey (ö.1810) oğlan sevgililerinden övgüyle bahseden açık sözlü biriydi. “Şairiz, şeyn verir şanımıza/Giremez fahişe divanımıza'” (Fahişeler kitabımıza giremez, şairiz, bu şanımıza leke sürer) şeklindeki ünlü beytin de müellifi olan şairimiz, Defter-i Aşk adlı eserinde dört erkek sevgilisini (ilki adını vermediği bir delikanlı, ikincisi Süleyman Bey, üçüncüsü hanende Şehlevendim Abdullah Ağa, dördüncüsü İsmail adlı bir köçek); bir sevgilisinin merakını gidermek için yazdığı Hubanname adlı eserinde çeşitli memleketlerin erkeklerini; sevgilisinin “kadınlarla birlikte olurum” tehdidi üzerine yazdığı Zenanname adlı eserinde o memleketlerin kadınlarını; Çenginame adlı eserinde döneminin erkek raksçılarını (köçekleri) anlatmıştı. Divan adlı eserinde ise devrin büyüklerine düzdüğü övgüler ve oğlanlar için yazılmış gazeller yer alıyordu. Daha hamamların eşcinsel kültürdeki yerine, köçeklik geleneğine, Kalenderilik ve Bektaşilikteki ‘mücerretlik’ kültürüne, Yeniçeri Ocağı’ndaki ‘civelek’ taburlarına, musikideki eşcinsel göndermelere ve elbette kadın eşcinselliğine değinemeden yerimiz bitti. (Kadınsız ve geleceksiz bir hayatın tetiklediği, 16. yüzyıla damgasını vuran ‘medreseli’ ayaklanmalarına internet nüshasında kısaca da olsa değiniyorum.) AHMET CEVDET PAŞA’NIN SAPTAMASI Özetin özeti, eşcinselliğin ayıp sayılması, Batı tipi reformlara hız verilen, dolayısıyla kadın-erkek ilişkilerinin normalleşmeye başladığı Tanzimat Dönemi’nden (1839’dan) itibaren oldu. Dönemin alimi ve resmi tarihçisi Ahmet Cevdet Paşa, Maruzat adlı eserinde son durumu şöyle özetlemişti: "...Kadın düşkünleri çoğaldı, delikanlı meraklıları azaldı. Oğlancılık sanki yere battı. İstanbul’da eskiden beri delikanlılara karşı olan aşk ve ilgi kızlara yöneldi. Sultan Üçüncü Ahmed zamanından beri devam eden Kâğıthane seyri daha fazla rağbet buldu. Gerek orada, gerek Bayezid Meydanı’nda arabalara işaret verme usulü başladı. Devletin önde gelenleri arasında kulamparalığıyla meşhur Kâmil ve Âli Paşalar ile onlara mensup olanlar kalmadı..." Cevdet Paşa iyimser bir yorum yapmış elbet. Eşcinsellik, insanlık tarihi kadar eski bir insanlık hali. Muhtemelen insanlık var oldukça da var olacak... Eşcinselliğin biyolojik, sosyo-kültürel, siyasal nedenleri ve işlevleri başlı başına araştırma konusu. Kızlı-erkekli yaşamı içlerine sindiremeyenlerin eşcinselliği nasıl sindirdiklerini de ‘muhafazakâr-demokrat’ yazarlar anlatır herhalde. Yazımızı Jurnal adlı günlüğüne “tarih, galiplerin propagandasıdır” diye yazan, sahici muhafazakar-demokrat düşünür Cemil Meriç bağlasın: “Düşünmek, insan üzerine düşünmek mutlaka yasak bölgelerden birkaçına dalıp çıkmakla olur. Zaten demokrasi ve liberalizm yasak bölgeleri kaldırmak manasına gelir. O halde din vaktiyle en basit jestlere kadar bütün insan hayatını düzenlemeye kalkışmıştır: İçki içmeyeceksin, domuz yemeyeceksin, zina yapmayacaksın. Osmanlı bunların hepsini yaptı. Ama gözlenerek, korkarak ve şuuru yaralandıkça yaralandı. Hayır uyuzlaştı. İkiyüzlü bir hayvan oldu Osmanlı. Tanrı’yı ve kulu aldatan bir panayır gözbağcısı. Elinde tesbih, evinde oğlan, dudağında dua…” Bilmem bunun üstüne söz söylemeye gerek var mı?.. Radikal

Editör: Barış Köksal