Bir parka, bir sokağa, bir caddeye ve benzeri yerlere şahıs isimleri verilmesine hep karşı çıktım. Bu isimlerin kentin tümü tarafından kabul görmeyebileceğini düşünürüm. Bazı isimler de farklı çağrışımlar yapabilirler. Bir siyasi söylemi, bir kavgayı, bir acıyı hatırlatan isimlerin de zamanla değişen yönetimler tarafından değiştirilme ihtimali vardır.

Fakat öyle isimler vardır ki hem herkes tarafından benimsenir, hem de o kentin barışına, beraberliğine, hoşgörüsüne katkı verir; adeta bu duyguların simgesi olurlar.

Hafta sonu sanatçı Musa Eroğlu adına Mut Belediyesi tarafından yapılan parkın açılışına katıldım.
Musa Eroğlu sanatçı özelliği yanında mütevazı kişiliği,  insan sevgisi, dostluğu ile de her türlü saygıyı, övgüyü hak ediyor.

Musa Eroğlu’nun köyü ile babamın köyü Göksu Irmağı kıyısında yan yana iki küçük şirin köy… Biri Sünnî, diğeri Alevi olan bu iki köyün insanları hep bir arada, barış ve birbirlerine karşılıklı saygı ve hoşgörü içerisinde yaşamışlar. 

Çocukluğumda babamdan aralarındaki dostluklarla ilgili sayısız hikaye dinledim. Babam Alevi komşularından hep özlemle, sevgiyle söz ederdi. Hatta o kadar ki, babam bazı Alevi adetlerini benimsemişti. Bende de çocukluğumdan beri Alevilere karşı bir sempati gelişti.

Bu bağlamda bir başka güzel insan…
Çocukluğumun geçtiği Mersin Yoğurt Pazarı yakınındaki evimizin çatısından Lina Nasif Abla’yı görürdüm. Uzun yıllar onunla ve Hıristiyan ailesi ile komşuluğumuz oldu. Tüm ailesinde hissettiğim sevgiyi, dostluğu, hoşgörüyü, saygıyı hep mutlulukla hatırlarım. 
Lina Nasif her dinden insanların nasıl bir arada olabileceğini, nasıl ayrım gözetmeksizin birbirlerine yardımda bulunulabileceğini bana öğretmiştir.  Aslında tüm kent, Mersin’de yaşayan herkes, hepimiz bu konuda  ondan hâlâ çok şey  öğreniyoruz. O varlığıyla, çabasıyla, sessiz ama onur duyulacak haysiyet dolu kardeşliğiyle insanlığımızı çoğaltıyor. 

Musa Eroğlu’na komşu köyde yaşayan babamdan, diğer komşumuz Lina Nasif’ten ve çocukluk anılarımda hatırladığım Musevî Yakup Amca’dan, Giritli komşularımızdan öğrendiklerim aslında Mersin’in geleneksel yapısının özellikleriydi; bu kenti özel kılan çok anlamlı kimliğiydi.  
Edindiğim bu öğretilerle bu kentte daha çok barışa, hoşgörüye, sevgiye, dostluğa önem verdim. Hiç bir inanç, hiçbir değer ve kültür tek bir insan hayatının üzerinde değildir; hiçbir din ve etnik bağ bir çocuğun yetim bırakılmasını açıklayamaz, bir masumun gözyaşlarını kurutamaz…

Nüfusu 40 binlerde iken doğduğum bu kentte, daha sonra göçle gelen yüzbinlerce insana hep sevgiyle, anlayışla, dostlukla baktım. Onlardan dostlarım, kardeşlerim oldu; ailemi paylaştım onlarla; acılarımı ve yalnızlığımı paylaştım.
Herkesin de böyle düşünmesini ve göçle gelen insanların kendinden sonra yine göçle gelen her dil, din, ırk ve mezhepten insanlara hoşgörü ile bakmasını isterim. Aslında inançların da kültürlerin de insana öğrettiği temel bilgi bu değil mi? Allah’ın yarattıklarını hor görerek, onlara kötülük yaparak, öldürerek nasıl gökyüzüne bakarız? Alnımız nasıl secdeye gelir ve dua için ne söyleriz? Dahası, nasıl dokunuruz sevdiklerimize? 

Mersin budur…Musa Eroğlu ve Lina Nasif; bu iki güzel insan  hayatlarıyla bize bunları söyledi, bunları öğretti.  
Evet sevgili okurlarım; Mersin’in simge kelimesi Barıştır, Hoşgörüdür, Sevgidir ve bunlara en çok ihtiyacımız olan gün bugündür. 

HARUN ARSLAN