Önceki yazıda yeni meydan arayan Mersinin Gümrük Meydanı gibi tek taş yüzüğü nasıl yok ettiğini anlatmış ve sözü meydanın kalbine hançer niyetine saplanan ucube Uluçarşı’ ya getirip bırakmıştım.

Gümrük meydanına saplanan hançer Uluçarşı’ dan ibaret değil.

Azak Hanın karşısındaki sokağın başında yer alan Ziraat Bankasına yeni mekân uydurmak için Abdülhamit dönemi Osmanlı mimarisinin en görkemli eserlerinden biri olan Gümrük binasının hokus pokus misali ortadan kaldırılmasının bile macera kitaplarını andıran öyküsü var…

Ama bu yazıda Uluçarşı ve bir zamanlar meydanı tıpkı Gümrük binası gibi süsleyen Yeni Cami’ nin (gerçek adıyla Cami Cedit) nasıl yok edilip, yerine çok kötü mimarlık örneği olan Ulu Cami’ nin yapılmasına şöyle bir değinmek gerektiğine inanıyorum.
Mersinin başta Tarsus ve Silifke olmak üzere istisnasız tüm ilçeleri akıl almaz tarihi zenginliğe sahipse de, 1860’ ta kurulmaya başlanan il merkezinin durumu öyle değildir.

Yabancı cemaatlerin mabetleri dışında iki eserden söz edebiliriz: Camii Atik (Eski Camii) ve Camii Cedit (Yeni Camii)… (Elbette Avniye (Tahtalı), Mıgribi, Müftü Camii gibi yine 1890-1900 arasındaki dönemde yapılmış nispeten küçük ve merkezin dışında kalan camileri de sıralamak mümkün)

Eski Camii 1870’ te Padişah Abdulaziz’ in annesi Bezm-i Âlam Valide Sultan Vakfı tarafından yaptırılmıştır ve günümüze kadar kendisini koruyabilen az sayıda eserden biridir (Mersini bilmeyenler için tarif edeyim: Azak Hanın batısına Gümrük Meydanına doğru ilerlerken önündeki çeşmesiyle selamlayacaktır sizi)

Yeni Camii ise Gümrük meydanının batısındadır. Limanın açılmasıyla deniz kenarında açılan İnönü Bulvarı yapılıncaya kadar sahilde tavanındaki kiremitleriyle Mersinin en klasik yapılarından biridir.

Bugün artık taşlarından bile eser kalmadığı için muhtemelen yağmacılardan birinin inşaat duvarlarında yer alan 6 satırlık tanıtımında Abdülkâdir Seydavi isimli varlıklı hayırsever tarafından 1900 yılında yaptırıldığı (muhtemelen bu tarih inşaatın başlama anını göstermektedir. Çünkü Seydavi’ nin gücü yetmeyince çeşitli katkılarla ancak 1908’ de ibadete açılabilmiştir) bilgisi yer almaktadır.

Abdülkâdir Seydavi yaşadığı döneme damgasını vuran önemli bir isimdir. Ticaret Odasının kurucuları arasında yer aldığı gibi 1905’te Abdullah Merzuk’ tan Belediye Başkanlığı koltuğunu devralmıştır.

Kimi kaynaklarda Camii arsasının Mavromati tarafından bağışlandığı bilgisi yer almaktadır. Yine bazı kaynaklara göre Mavromati sadece arsayı vermekle kalmamış yarım kalan inşaatın tamamlanması için 400 altın lirayla katkı da yapmıştır. Aslında Mavromati gibi o dönem Mersininin her alanında faaliyet gösteren ve tek başına Rum kilisesinin tüm masraflarını karşılayan bir girişimcinin Cami de olsa dönemin Belediye Başkanının ricasını kırmayarak yaptığı katkıda fazla da şaşacak yön olmaması gerekir.

Sadece Mavromati’ nin değil, Hacı Yakup Ağa ve benzeri hayırseverlerin katkısıyla tamamlanıp, önündeki iki gazinosu ve diğer müştemilatının iradı sayesinde kendi yağıyla kavrulan Caminin yapılması o dönemde öylesine ses getirmiştir ki, Seydavi,Sultan Abdülhamit tarafından Nişan-ı Âli Osmani beratıyla taltif edilmiştir.

Gerek deniz kıyısındaki konumu gerekse de kullanılan kesme taşları ve giriş kapıları, minberi, mihrabıyla sanat şaheseri olan Yeni Camii nedense 1970’ lerde Belediyenin “burayı yıkıp yerine daha büyüğünü yapalım” kriziyle karşılaşır.

Bundan sonrasını Şinasi Develi anılarından okuyalım:

“Mersin Belediyesi 1973’ te cami ile gelir getiren külliyesini de yıkarak yerine modern bir cami yapılmasına karar verir. (Belediye Başkanı Yüzbaşı lakaplı Muhittin Uyar’ dır a.a.)

Abdülkâdir Seydavi varisleri, buna karşı çıkarak “Yeni Camiyi koruma derneğini” kurar yıkım kararına karşı mücadeleye girişirler.
Anıtlar Yüksek kurulu 9.6.1973 tarihli kararla “yıkılabilir” der ama aynı kurul 10.1.1976 tarihinde bu kez “korunması gereken eserlerden” kabul ederek yıkılmayacağına hükmeder. Yine aynı Kurul 11.2.1977 tarihinde “korunmasının gerekli olmadığına, yıkılabilirliğine” karar verir. Üç farklı karar karşısında şaşıran varisler Danıştay’ a başvurur.

Başvuru dilekçesinde “Yeni Cami adı ile maruf Camii Şerif bundan 76 sene evvel Mersin eşrafından Elhaç Abdülkâdir Seydavi tarafından inşa edilmiş ve bu hayırlı hizmetinden dolayı sultan Abdülhamit Han tarafından nişanla taltif edilmiştir. Bu Camii şerif Mersinin en büyük ve en güzel camisi olup, duvarları 80 cm kalınlığında ve sukkarı taştandır” özelliklerini sıralayıp durmadan değişen Yüksek Anıtlar Kurulu kararının iptalini istiyorlardı. Danıştay da hepsi birbirine aykırı kararların nedenini araştırmakla meşgulken, Mersin Belediyesi Cami ve külliyesini yıktı. Ve Mersin’in bir tarihi yapısı da böylece yok oldu.”
Develi’ nin yazdıkları bu kadar ama ben sonrasını da ileride Mersin yakın tarihini yazacaklara bir nebze katkı olsun diye anlatayım:

Yıkılan Caminin yerine yenisini yapmak üzere Türkiye Anıtlar Derneği adlı bir kuruluşun birileri Mersin ayağını oluşturup 1978’de işe koyuldu. İşe koyuldu ancak yapım için tek kaynak bastırılan makbuzlarla toplanan bağışlardı. İhracatçılar Birliği Başkanlığım döneminde durmadan Birlik kapısını aşındıran ve her yıl külliyetli miktarda bağışlarda bulunduğumuzu ve bıkkınlık derecesine varmasına rağmen bir türlü tamamlanamayan Cami yapım harcamalarıyla ilgili kafalarımızda pek çok soru işareti oluştuğunu hatırlıyorum. 

Aynı şekilde MTSO’ da epeyi kaynak aktardı derneğe diye hatırlıyorum. Özellikle de Milliyetçi cephe döneminde bu tür bağışlar referans gibi görüldüğü için Ankara’ ya işi düşen pek çok girişimci bağışta bulundu. Sonucu anlamak ve anlatmak için aynı dönemde yapımına başlanan muhteşem muğdat ile adı bile değiştirilip Ulu Cami’ ye evrilen iki mabedi objektif bir gözle karşılaştırmak yeterlidir sanırım.

Aslında çokça Gümrük meydanını bir nebze de Yoğurt Pazarını anlatma niyetindeydim. Söz bambaşka yerlere aktı gitti, ama ne gam…
Sizi öylesine bir meydan anlatımıyla baş başa bırakacağım ki, şiir mi, ezgi mi, senfoni mi, giden anıların peşinden dökülen ağıt mı adını koyamadım. İyisi mi siz okuyup karar verin. Karar verin ki aşağıdaki dizelerin sahibi, Mersin soluyan, Mersin uyuyup, Mersin uyanan sanatçıya kent edebiyat ödülünü çok gören ve onun dışında önüne gelene sunan kurumlara da söyleyecek bir iki kelamınız olur…

Bakın nasıl anlatıyor, yaşadığı günlerin meydanını Mersine Sevdalı İlyas Halil:

“Batıdaki Müftü Köprüsü ile doğudaki Büyük kilisenin orta yerinde, Gümrük Alanından denize uzanan yolcu iskelesi, sabahları una bulanmış gibi dururdu. İlk çatananın düdüğü ile uçan martıların altından iskelenin yosun rengi ortaya çıkardı. İskele martılarla doluydu. Demirleri, rüzgârsız havalarda martılardan apak olurdu. Üçü kalkar, beşi konardı. Gümrük meydanı denize bakar, her sabah denizin yüzü silme martı, apak cıvıl cıvıl…

Gümrük alanı, yoğurt pazarına yakın, yoğurt pazarı dağlık Türkmen köylülerinin toplandığı alan… 

Salı günleri köylüler Mersine tavuk, keçi, peynir satmaya gelir.

Sinemanın karşısı Akkahve, ak kemerli yapı, dalgaların tam ucuna martı gibi oturmuş, arkası deniz. Kahvenin içinde yağmur kokan serinlik akşam ağzı. Akkahve’ nin en güzel yanı ak boşluğu, ak ışıkları idi. Denize bakan kapısından ara sıra mavi bir ışık dolardı.” *

İlyas Halil sadece Mersin soluyan, geçmiş Mersin’ i anlatan tarihin yaşayan en iyi sanatçısı değil…

Benim kendi adıma geç bulup yüreğimin en sıcak yerinde sakladığım “Ammom”
Bu yazdıklarımı okuduktan sonra Allah bilir yine nasıl sitem edecek, kimbilir hangi dizelerle uyaracak beni…

Olsun bana yolladığı dostça sitemleri bile şiir güldestesi oluşturacak büyük bir ozan o…

Bir gün bu kent elbet farkına varacak, dilerim iş işten geçmeden…

*İlyas Halil’ in farklı öykülerinden dizeleri derleyen dostum Gündüz Artan’ ın “Mersin Gönüle düşen Cemre” kitabından aldım potbori’ yi… Bu vesileyle bir başka Mersin sevdalısı Artan’ ı da rahmetle yad ediyorum.