Antep’ te doğmadım ama çocukluğum, gençliğim orada geçti. 
İlkokullarında, lisesinde okudum.
Saf, çıkarsız tüm arkadaşlıkları, dostlukları orada edindim. Şehir büyütür mü çocuğu? Antep beni büyüttü…
Son yıllarda ortaya çıkan yeni bölgeleri, semtleri şaşkınlıkla izliyor, tanımaya çalışıyorum ama asıl ilgim çocukluğumun geçtiği, ilk gençlik sevdalarını kaldırımlarına döktüğüm eski Antep…
Bu konuda mütevazı olacak değilim, benim diyen Antepli kadar iyi bilirim eski dokuyu, tüm kokularına aşinalığım var.
Çocukluğum o zamanların Buğday arastası denilen şimdilerin restore edilmiş ve her gelen yabancının mutlaka ziyaret ettiği, etmeyenlerin de bir biçimde götürüldüğü Tahmis Kahvesinin bulunduğu alan ve civarı…
Elmacı pazarının tam karşısından girilen bu kadim yerleşkede Eski Hamam yanında, Boyacı Cami karşısında farklı evlerde oturduk.
Mardin’ den geldiğimizde de; ilkokul birinci sınıfı da şimdi Mevlevi Müzesi yapılan ve Buğday Arastasının ortasında yer alan İstiklal İlkokulunda okudum. 
Okul dediğime bakmayın, Tekke Camii içinde yer alan eskiden büyük olasılıkla kendisini tasavvufa hasredenlere ayrılmış, çile doldurdukları odalardan devşirilen bir mekân…
1961’ de Hürriyet İlkokulu yapılınca biz öğrencileri oraya aktardılar, okul da kapandı. Asım Güzelbey döneminde Tekke Cami içinde yer alan o bölüm restore edilip Mevlevihane müzesi olarak şehre kazandırıldı, çok ta güzel bir mekân olmuş. Ziyaretçilerin orayı gezerken ne hissettiklerini bilmem ama benim için okuma, yazmayı ilerlettiğim ilk mektebim olarak çok özel bir yeri var. Her gidişimde avlusuna girer, gözlerimi kapatıp kokusunu içime çeker, o çocukluğumun geçtiği yıllara asude yolculuğa çıkarım.
Orada da kalmam, sokaklara, çıkmazlara vururum kendimi. 
Artık taşlarına kadar hafızama kazındığını sandığım yollar, evler her seferinde ilk kez görüyormuşum gibi şaşırtır beni.
Şaşkınlıklarımdan biri Antebin her sokağa bile isim bulup verme geleneği… O gelenek benim için de zamanla oyun halini aldı. Kaybolduğum her sokağa girerken mutlaka hangi ismin verildiğine bakar, ismin çağrıştırdığı algıyla sokağı buluşturmaya çalışırım.
Ve yıllar sonra Halil Cıbran okurken şaşkınlıkla çocukluğumu bıraktığım ve yıllar sonra hayal bahçelerinde yeniden aramaya koyulduğum o caddeleri, evleri nasıl da duygularıma birebir tercüman olup anlattığını gördüm.
Tıpkı İlyas Halil’ in dizelerinde çocukluğunu aradığı, anlatırken de ağlayıp herkesi ağlattığı Mersin’ in eski sokaklarını, çocukluğunun hayal bahçelerinin üzerimde bıraktığı duygulara benzer bir tat, gizemli bir koku. 
Ama Halil Cıbran ve İlyas Halil’ in yazdıklarının ruhumu yakan, hücrelerime nüfuz eden efsunlu bir başka yanı var: Çocukluğuma, çocukluğumun o kadim şehirlerine, sokaklarına, evlerine götürüyor, gözlerimi kapattığımda elimden tutup dolaştırıyorlar.
Bu kadar mı güzel tarif edilir o duygu? Halil Cıbran isen ve evinden, şehrinden, ülkenden koparılıp Beyrut’tan New York’a gitmek zorunda kalmışsan, evet:
“Bu caddelere ruhumdan o kadar çok parça saçtım ki, özlemimin o kadar çok çocuğu bu tepelerde çıplak dolaştı ki, sıkıntı ve ıstırap çekmeden onlardan kendimi ayıramam...
Bugün üstümden çıkardığım bir giysi değil, kendi ellerimle yırttığım derim, kabuğum...
Geride bıraktığım bir düşünce değil, açlık ve susuzlukla tatlandırılmış bir gönül...
Yine de daha fazla oyalanamam...
Her şeyi kendine çeken deniz beni de çağırıyor; yola çıkmalıyım...
Çünkü kalmak, saatler geceyle yanarken, donmak, kristallesmek ve bir kalıba dökülmek demek...”
Ve İlyas Halil isen ve evinden, şehrinden, ülkenden kopup sıcak, ak köpüklü masmavi denizi, dünyanın en büyük martılarının dolaştığı masmavi göğü bu topraklardan binlerce kilometre uzaklarda soğuk Kanada’ da özlemle hayal ediyorsan elbet oturur yazarsın;
“Kimse benim kadar Mersin’ e vurulmadı. Martılarını seyrederken yüzü rüzgârdan ıslanmadı.
Kent, sevgili değil, eli kırbaçlı haspa…
İnsafsız yazlarına karşın ince endamlı, sütü bacaklı gelindi, geceleri yatakta limon kokan…
Tüm gece anlatacak bir şey bulurdu, ağustos böcekleriyle…

Büyüdükçe ben, baharlar büyüdü benimle, bin kokulu mevsim oldu. Kulağının ardında, elma çiçeği saçında turunç kokuları bir kız… 
Nisan, mayıs…”
Peki, Mersin’e böylesine vurgun bir sanatçıya, evrensel gözlemlerini kaleme alırken bile sözü önünde sonunda Mersin’e getirip, unuttuğumuz bir yerleri, silinmiş dokuları, sinmiş kokuları bize anlatan, hüzünlenip, hüzünlendiren İlyas Halil’ e biz ne verdik?
Bin bir çabayla Ortodoks kilisesi yanındaki sokağın başına güç bela adının yazılı olduğu küçücük plaketi çakma dışında ne yaptık?
Bu kentin numaralarla bezenmiş caddelerinden birine İlyas Halil adını vermek için ne bekliyoruz?
Hadi birileri bambaşka duygular, reflekslerle hayatı boyunca bu kentin adını anmamış, bu kente eli değmemiş birilerine ödül verip duruyor, onları veballeri, günahlarıyla bırakalım.
Ama bu kenti bir arada tutacak “ahde vefa” duygusunu gömüldüğü topraktan çıkarıp hepimize yaşatmakla yükümlü yerel yönetimleri cadde, sokakları numaralandırmaktan vazgeçip, tıpkı Antep gibi en küçük iz bırakanı bile unutmadan en azından önemli cadde ve bulvarlarını zaten ölümsüz sanatçılarına adayıp, o sanatçıların kentle olan bağını tüm dünyaya hatırlatamaz mı?
Sadece İlyas Halil değil, onun öykülerine sinmiş, her kitabında bir biçimde hatırlattığı; Nuri Abaç’ ları, Celal Çumralı’ ları, Haşmet Akal’ ları, Osman Özeren’ leri gecikmiş özürlerimizle yad etmek, isimlerini bu kentle yeniden buluşturmak…
Cadde, bulvar yapmak elbette bir şey ama mekânlara bulvar da olsa bir sanatçı adıyla ruh katmak…
Cadde için para olması yetiyor, oysa o caddeye, bulvara isim bulmak kentin sanatçı zenginliğiyle sınırlı...
Mersinin o zenginliğin farkında olmaması ne acı…    
Abdullah Ayan
Mersin 16.06.2016