Geçtiğimiz hafta İstanbul’da iken, ilgimi çeken çok farklı,  özel bir konserin bilgisini alarak katılmaya karar verdim.

Boğaziçi Üniversitesi Mezunları Korosu’nun şef Mahmut Abra yönetimindeki “Zamansız Şarkılar” konseri…

Boğaz’ı kuşbakışı gören, İstanbul’un en yeşil tepelerinden birinin üzerinde, eşsiz bir manzaranın ortasından geçerek tarihi binalardan birinin içindeki konser salonuna giriyorsunuz.

100 yıldan fazla bir tarihi soluyan konser salonuna girince etkilenmemek mümkün değil.

Her şey sizi birden tarihin derinliklerine, eski İstanbul’a götürüyor.

Salon bu duyguyu sahiplenecek bir anlayışla düzenlenmiş: Eski tip oturma yerleri, perdeler, ahşap ağırlıklı dekorasyon… ve hepsinde hakim renk kahverengi.

Salona girdiğinizde,  şimdinin çığlık çığlığa bir hızla akan zamanı kesiliyor; geçmiş ve gelecek hattında anlamlı bir geniş zamanın sizi örttüğünü duyumsuyorsunuz. Kendini göksel bir ezgi halinde duyuran sessizliği fark ediyorsunuz; bu sessizlik, daha en baştan dinleme ahlâkına çağırıyor sizi ve siz hiç esirgemeden kendi içinizi açıyorsunuz en küçük seslenişe…

*                 *                 *

Sahnenin kenarındaki  özel konumlu  oturma yerleri ve  üstünde loca şeklinde düzenlenmiş bölümler salona  sıra dışı bir hava veriyor.

Kemerli pencereler, kahverengi perdelerle beslenen atmosfer salona ağırbaşlı bir sükunet kazandırmış.

Sanki Osmanlının son, Cumhuriyetin ilk dönemlerinde o hâlâ özlediğimiz İstanbul’un eski günlerindesiniz.

Bir tarafta duran 100 yıllık org, başlı başına bir kimlik halinde salona ayrı bir duygu kazandırmış: 1911 yılında salona hediye edilen ve McNeal ve Kavafyan gibi ünlü müzik hocalarının derslerinde kullandığı bir org bu...

Orgla birlikte bu salon bir süre Kilise olarak da kullanılmış.

Bu özel mekân, her yanıyla kat kat açılan bir estetik zenginliğe sahip; uzunca süre soluk alırken bile yavaşladığınızı, hayatı bir başka duyumsadığınızı fark ediyorsunuz.

*                 *                 *

Konserin başlamasını bekliyoruz.

Sahnenin tam ortasında bir kuyruklu piyano; birazdan başlayacak ezgi şölenini şimdiden kutsamaya yetiyor.

Önce koristler sahneye çıkıyor: Erkekler siyah kıyafetlerini tamamlayan turkuaz  bir fularla sahnedeler. Kadınlar alışılageldiği gibi tek tip kıyafette değiller; iki farklı renkle, cesur bir kreasyon ortaya koymuşlar.

Şef Mahmut Abra da kahverengiyi okşayan tonlarda koyu renk kıyafeti ile salona ve atmosfere uyum sağlıyor.

Piyanonun yanına kanun katılıyor. 

Piyano ile kanun sanki bize daha konser başlamadan, Batı ile Doğunun  yani Orient’le  Okzident’in zaman ötesi buluşmasını simgeliyor.

Şefin yaptığı tarihsel dokusu güçlü bir sunum, Osmanlı'nın son ve Cumhuriyet'in ilk dönemlerini hafızamıza  iade ediyor; tarihin geçip gitmediğini, duyuş ve düşünüş düzeyinde derin bir kültürel boyuta sahip olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz.

Şef Mahmut Abra güzel Türkçesi, diksiyonu, retorik üslubu, ışık düşürdüğü ilginç ayrıntılar, sempatik ve içten yapısıyla salonun tüm ilgisini topluyor.

Etrafımdaki seyircileri gözlemliyorum: Yüzlerindeki, bakışlarındaki, dinleme tavırlarındaki sanat ve kültürle ilgili İstanbul hanımefendilerini ve beyefendilerini izliyorum.

Evet; sanki geçmiş güzel zamanın güzel insanları, şimdinin giysileri içinde bize derin hazlar taşıyorlar.

Ve müzik başlıyor…

*                 *                 *

Çok zaman tek sesliliği ile eleştirilen müziğimize farklı bir tarz, onu beğenilen ve farklı zevklere hitap edebilen bir yorum  getirmişler.

Böylece eski şarkılarımızı farklı bir icra ile daha değerli kıldıklarını düşünüyorum. Bugüne kadar yerleşik icralarla kanıksayıp dinlediğimiz şarkılar, halk türküleri ve bir mehter marşı şimdi çok daha zengin bir ezgisellik kazanmış; ritim ve harmonik bağlantılar müthiş bir akışkanlıkla  icra edilmiş.

İftar saati dolayısıyla ara veriliyor.

Salon dışına çıkınca bahçede yüzlerce gencin çimlerin üzerine oturmuş iftar açtığını görüyorsunuz. Türbanlı kızlar, sakallı gençler, küpeli saçları renkli boyalı öğrenciler… hepsi bir arada hoşgörü ve barış içerisindeler.

Mekânın, atmosferin, müziğin kurduğu kutsal duygulanıma ve anlama,  bizzat insan da varlığıyla katılıyor ve ben uzun zamanlar boyu unuttuğum bir heyecanla kendi kendime mırıldanıyorum:

-İşte Türkiye bu!

Onca kötülük, onca kıyım ve küfür, onca ihanet ve acı…ama işte biz bu yanımızla hep güçlü kaldık; bağışlamayı, korumayı, bakışmayı ve dokunmayı bilen bir gelenektir bu…

İçeride müziğimizde bu geleneği yaşıyorsunuz; dışarıda sanki İstanbul, eski ramazanlar ve bütün güzelliğiyle yaşayan şimdinin insanları…

Ve müzik başlıyor.

(devam edecek)

HARUN ARSLAN