Feylesof Adorno’ nun “İnsan Auschwitz’ den sonra yaşayabilir mi?” sorusuna yanıt aradığı ‘ürkek’ bulunan çalışması  “bir daha asla” temasını işler.
Alçakça kalkışılan darbe girişimini bugün sular durulduktan sonra kınamak üzere sıraya giren kişi ve kurumlara baktıkça şaşıranların tepkilerine bakıyorum da, asıl ben o şaşıranlara şaşırıyorum.
Şaşırıyorum çünkü bu işler hep böyle yürümüştür.
Sadece 60 darbesi ve sonrasında tanık olduklarım değil, okuduğum tüm kitaplar öncesinde de benzer olaylara benzer tepkilerin yüzlerce, yereli de katarsak binlerce örnekle dolu.
Hiç merak etmeyin, o darbe girişimi başarılı olsaydı, bugün kınama kuyruğuna girenler mevcut iktidarı akla hayale gelmez cümlelerle suçlayan, kınama şöyle dursun ağza alınmayacak ifadelerle yerin dibine batıran cümlelerle “devrim destanı” yazanları kutlama kuyruğuna gireceklerdi.
Nereden mi biliyorum?
Öyle çok fazla kitap karıştırmanıza gerek yok, 60 darbesi sonrasında yaşananlara basit bir arşiv taramasıyla göz atın ne demek istediğimi anlayacaksınız.
80 darbesinde “kardeş kanının akmasını durduran, huzuru getiren” darbecilere mehdi muamelesi çekenleri unutmak mümkün mü?
Oysa o akan kanı durduranların aynı güce sahip sıkıyönetim idarelerini de elinde tutan hükümran komutanlar olduğu ve neden 12 Eylül sabahı getirdikleri huzuru 11 Eylül akşamı darbe olmadan sağlamadıkları hep sorgulanmamış bir soru işaretidir.
Bugün konuşulması gerekenin geçmişi eşelemekten çok, halen içinden geçmekte olduğumuz süreçle ilgili olduğunu biliyorum ama küçük bir notla da olsa, ileride mutlaka dönmemiz gereken bir iki yüzlü riyakar tavra hiç değinmemek olmazdı.
Son darbe girişimiyle ilgili söyleyeceğim ilk şey şudur:
Her türlü darbe hangi gerekçeye dayanırsa dayansın, sandığın halkın önüne geldiği ve iktidarların halk iradesiyle gelip aynı sandıktan çıkan iradeyle gönderilebildiği hiçbir ülkede kabul edilir eylemler değildir.
Daha da ötesinde halka karşı hatta insanlığa karşı affedilemez bir suçtur.
Bu dün de böyleydi, bugün de böyledir.
Demokrat dediğiniz, kendisine yakın bulduğunu alkışlayıp, karşı çıktığını kınamaz.
Gerekirse zindanları, ölümü göze alıp özgürlüklerine göz dikenlere karşı direnir.
Şimdi demokrasi havarisi kesilip, sağa sola sallayanlara bakıyorum da, gözlerim onları hadi 60’lardan, 70’ lerden geçtim, en azından 28 Şubat girişimine ve 2007’ deki e-muhtıradan çok önce 2003’ lerdeki “genç subaylar rahatsız” manşetleri altında darbe çığırtkanlığı yapanlara karşı bizler her türlü belayı göze alıp karşı çıkarken de aramıştı…
Bugün darbe girişiminden güçlenerek çıkmış iktidara bağlılığını yüksek sesle yineleyen nice kurum ve kuruluşun, 28 Şubatta hangi brifinglerde hangi talimatlar ardından kimlerin karşısında hazırola geçtiklerini; seçilmiş iktidara e-muhtıra verilirken hangi kişi ve kurumların arazi olduklarını da bilmek, onlara karşı “sizi gidi rüzgar gülleri” dememiz gerekmiyor mu?
Gönül rahatlığıyla söylüyorum…
9 Mart 1971’ de sahaya inmeyen darbe planına da karşıydım, 12 Mart muhtırasına da karşı oldum.
80 darbesine de karşıydım, 28 Şubat örtülü darbe girişimine de…
2002’ den sonra AK Partinin başına örülmek istenen çoraplara karşı, gerçek demokrasiye inanan samimi demokratlarla birlikte karşı çıktım, mücadele ettim, tepki gösterdim.
Hiç kimseye kendimi anlatmak, bir şeyleri ispat etmem, nerede durduğumu anlatmam gerekmiyor.
Gerekmiyor çünkü bu konuda şahidim kaleme aldığım sayısını benim bile bilmediğim makale, radyo ve tv’ lerde çıkıp söylediklerimdir.
2011 seçimlerinden sonra girdiği demokrasi kulvarından sapmaya başlayan AK Partiye karşı tavır koymak, onu yeniden ve en azından unuttuğu Kopenhag kriterleri çizgisine geri çekmek için çaba göstermek gerekir ama bunun da yolu, özgürlüklerimize kan doğrayacak darbeler değil.
Daha başarılmamış girişimde sivil halka silah doğrultup, ateş açanların başarılı olsalardı neler yapacaklarını tahmin etmek için zekâ özürlü olmak lazım. Oysa demokrasiyi özgürlüklerinin en önemli güvencesi sayanların pek çok eksiği olabilir ama düşünce iklimini yakacak olanlara hoşgörülü olmaları varoluşlarına aykırıdır.
Kimden gelirse gelsin ve neyi amaçlarsa amaçlasın her darbe âmâsız, fakatsız lanetlenmelidir.
En kötü, en despot sivil iktidar bile en iyi darbeyle gelmiş cuntadan daha iyidir. 
Daha iyidir çünkü hür seçimlerin olduğu her ülkede beğenmediğinizi eninde sonunda sandığa gömüp, yerine bir başkasını seçebilirsiniz.
Oysa darbeci silahla gelmiştir ve halka yönelttiği silahını terk etmediği sürece bırakın değiştirmeyi, ona tek söz bile söyleyemez, en masum önerinizi bile dile getiremezsiniz.
Bu ülkenin darbelerden neler çektiğini anlamak için son 55-60 yıllık doğrudan ve dolaylı, başarılı olmuş veya akamete uğramış müdahaleler tarihine bakmak yeterlidir.
60 darbesini 20 yıl boyunca devrim olarak kutlayan, her 27 Mayıs’ı bayram olarak kutlayan bir ülkede, halk, o darbenin muhatabı Demokrat Parti mirasıyla yola çıkan partileri iktidara taşımıştır da, darbenin bayram olarak kutlanmasına bir başka darbenin son vermiş olmasının altında ne yattığını sanıyordunuz?
Darbeyi yapan gücün elinde tuttuğunu asla unutmamamız gereken silahının gölgesi…
Ve darbenin toplum genlerinde bıraktığı korkuların tortularının yatması…
60 darbesine bu halk karşı çıksa, faşist cunta 80 darbesine kalkışabilir miydi sanıyorsunuz?
Özetleyeyim:
Darbelere kategorik olarak ve yarım yamalak ifadelerle değil, temelinde karşı çıkmak her demokratın görevidir.
Darbeyi savuşturduk, şimdi demokrasiyi pekiştirme, daha çok demokrasi, daha müreffeh bir ülke diye haykırma zamanı…
Darbe girişimine karşı “Bir daha asla” kararlılığıyla, umudu öldürmeden daha özgür günlere, el ele özlediğimiz aydınlığa doğru…
Abdullah Ayan
Mersin, 18 Temmuz 2016