Büyükşehir Belediyesi Tiyatrosu'nda gerçekleşen ve moderatörlüğünü Yekta Kopan’ın yaptığı söyleşiye konuşmacı olarak Ahmet Ümit, Hakan Günday, Nebil Özgentürk ve Osman Şahin katıldı. Çok sayıda vatandaşın katıldığı söyleşide konuşmacılar sorulan soruları tek tek cevapladı.

“ROMAN SİNEMAYA GÖRE DAHA DEMOKRATİK”
İlk olarak konuşan Ahmet Ümit, çoğu zaman bir uyarlama filme gidildiğinde romanın etkisinde kalındığını ifade etti. “Yani roman bizi öyle bir etkiliyor ki ‘Dövüş Kulübü’ne (Fight Club) gittiğimizde onun romanı hep aklımızda” diyen Ahmet Ümit, “Bir kere roman 5-0 galip başlıyor. Neden çünkü roman sinemaya göre daha demokratik. Bir romanı okuduğunuz zaman oradaki karakteri kafanıza göre canlandırabiliyorsunuz. Ama film yaptığınız zaman yönetmen ya da oyuncu seçimini belirleyen kimse o size budur diyor. Yılmaz Güney’dir, Kadir İnanır’dır, Türkan Şoray’dır diyor. Sizin kafanızda bambaşka birisi var. Yani edebiyat bana göre daha demokratik bir sanat ve o konuda çok daha fazla hak tanıyor. Biz sinemada müzik dinleyeceğiz. Yönetmenin seçtiği ya da sanat gurubunun seçtiği dinliyoruz. Ama siz roman okurken kafanızda istediğiniz müziği çalıyorsunuz. Yani bambaşka seçenekler canlanıyor” diye konuştu.

Ahmet Ümit, bir soru üzerine 2015’in ilk 6 ayında çıkması planlanan romanı hakkında ise şu bilgi verdi:
“Bir sonraki romanım Osmanlı’nın son dönemleri, hem geçmişi hem bu günü anlatan bir kitap. Oradaki konumuzda aşağı yukarı şunu anlatmak istiyorum; devlet mi kutsaldır yoksa insan yaşamı mı kutsaldır. Bize devlet kutsaldır diye yutturuyorlar ya, öyle bir şey midir değil midir bunun sorgulaması olan, yine cinayetlerin olduğu bir roman.”

“SİNEMAYA HOŞGÖRÜ İLE BAKMAK GEREKİYOR”
Ahmet Ümit’ten sonra soruları yanıtlayan Osman Şahin, yazarın bir sanatçı olduğuna dikkat çekti. Yazarın yaratma özgürlüğü olduğunu vurgulayan Şahin, “Yönetmen de öyledir. Yönetmeni serbest bırakın. O bir ekibi yönetiyor. Yönetmen öyküyü içinde geçtiği yerde çekemeyebilir. Bir öyküyü başka bir yerde çektiğini zaman bağımsızlığını biraz yitirir. Bunları hep yaşadık, gördük. Onun için sinemaya çok büyük bir hoşgörü ile bakmak gerekiyor” şeklinde konuştu.
Çukurova’nın sinemanın üzerindeki önemine de değinin Osman Şahin, “Burası bereketli topraklardır. Çukurova, burada yetişen insanları güçlü coğrafyasıyla etkilemiştir” dedi.
Şahin, toplumcu gerçekçi bir yazar olduğu ve Anadolu insanının acılarını kaleme aldığının altını çizerek, “Kışın Van yöresinden bir vatandaşımızın sırtında ölmüş çocuğunu taşıyan resmini gazeteler bastı. Ben o olayı 42 sene önce yazdım. ‘Bebek’ diye. Filme alındı. Mezarını kazan kadın simgesi. ‘Kızgın toprak’ filmi. Benim hikayelerimin önünü açan eser. Bebeğini kesen adam filmi ‘adam’ diye. Bugün elimde olsa o filmi bütün İslam ülkelerine gösteririm. Ben bunları yazdım. En aşağıdaki insanların dramlarını yazmaya çalıştım” ifadelerini kullandı.

“HİKAYE ANLATMANIN TEMEL İŞLEVİ HİKAYE OKUMAK”
Yazar Hakan Günday ise ilham aldığı kitaplar kadar filmlerin de bulunduğunu söyledi. Film ve sinemanın kendisini tıraşladığını ve zihnindeki düşünce yapısına şekil verdiğine dikkat çeken Günday, “İlerlediğini görmek ve onun farklılaştığını ve çeşitlendiğini görmek özellikle benim için bir önem. Birbirine benzemeyen işlerin çıkmaya başlaması ki dediğin gibi kitapta da var bu romanda da var. Bu öyküde de var. Birbirine benzemeyen işlerin birbirini tekrarlamayan işlerin ve herkesin ayrı yolda gittiği bir kavşağın ortasında olmanın bir keyfi var. Çünkü siz olduğunuz yerde durup her yere doğru giden ve oraya ışık tutan işler var ve bu çok iyi bir şey. Çünkü aslında hikaye anlatmanın bana sorarsan temel işlevlerinden biri hikaye okumaktır” dedi.
Günday, iyi bir yazar olmadığını düşündüğünü belirterek, “Çünkü tam olarak istediğim metni yazamayacağımı anladım. Onu fark ettim. Dolayısıyla yazdığım her şeyin içinde çok fazla kusur var. Onun için istediğim gibi bir kitap yazma arzum yok. Artık iyi bir cümle yazma arzum var. Eğer 400 kötü sayfa yazıp bir tane iyi sayfa yazabiliyorsam ben artık onunla iyiyim. Okurken de böyle yapmaya çalışıyorum. Çünkü okur olarak bizim algımız sakatlanmış bir algı. Biz tüketici olarak girişiyoruz bu işlere. Yani bir kitaptan çamaşır makinesinden ne bekliyorsak onları bekliyoruz. Bütün düğmelerinin çalışması, her safhasının çalışması. Ama böyle bir şey yok. Çünkü çamaşır makinesi yılda 300 bin tane üretiliyor. Ama o kitaptan ömründe belki bir defa çıkıyor hayatında. Onun için onun o kusursuz, müthiş. Dolayısıyla o denizde bir dalga gibi ve üstünde bir sörf yapılıyor. O biricik iyisiyle ve kötüsüyle. Dolayısıyla okurken de bunun garanti belgesi var mıdır diye sormadan bir kitabı elime alıyorum. 300 sayfa kötü sayfa okumaya hazırım, tek bir paragraf bulmak için. Çünkü o bile bana sorarsan mucize bir şey. Belki o bir paragrafla beni değiştirmesi, mucize bir şey.

“ADANALININ SİNEMAYA İLGİSİ SİNEMACILARINDAN KAYNAKLANIYOR”
Son olarak konuşan Nebil Özgentürk, Adana’da muhteşem karakterler, edebiyatçılar ve sinemacılar olduğunu söyleyerek, “Böylece festivali, platosu, insanıyla ve Adanalı üretim yapan edebiyatçısı. Sinemacısı. görevlileriyle muhteşem bir atmosfer oluşuyor. Adanalının sinemaya ilgisi, sinemacıların da ilgisinden kaynaklanıyor” dedi.
“Belediyeler siyasi partiler gelir geçer ama bir kentin festivali kaldığı gibi kalır. O yüzden altın koza bağımsızdır” diyen Özgentürk, şunları aktardı:
“Ben 1969’da tanıdım 9 yaşında tanıdım, o haliyle sevdim. O Yılmaz Güney’ler burada konvoy kortej halinde gelip geçtiği yılları hatırlıyorum. O yüzden Adana bir sinema şenliğidir. Adana bir şenliktir. Böyle birbirini etkiliyor insanları tabi. Kendi kentinin edebiyatının efsane eseri olduğunu görür, kendi kentinin çocuğunun uluslararası bir ödüller aldığını gören bir Adana insanı tabii ki sinemaya daha çok ilgi gösterecek. Kenti anlatan sinema filmleri çok azdır, o kentte geçen hikayeyi doğru olarak. Yani bir hikaye anlatır ama kentle ilişkisi azdır. Ama bizzat Adana’yı anlatan film Adana’da fazladır. Zıkkımın Kökü, Umut vs vs. Bunlar hep bereketli topraklar kent hikayesidir, sadece hikaye değil.”
Editör: Barış Köksal